Son dönemde dış politikada çözüm bekleyen çok sayıda sorunumuz birikti. Son kırk yılına ben de Dışişleri Bakanlığı’nın bir çalışanı olarak tanıklık ettiğim için çok rahat söyleyebilirim: bu uzun dönemde bu kadar çok sorunla ilgilenmek zorunda kalmamıştık hiç. Siyasi tarih derslerimizden, daha önceki dönemleri zihnime getiriyorum; eşzamanlı olarak bu kadar çok sayıda çetrefil problemle meşgul olmak zorunda kaldığımız başka bir dönem aklıma gelmiyor.
Hangi coğrafyada, hangi blokta olursanız olun; öncelikle yanınızda dostlar, müttefikler ararsınız. Baktığımızda, çevremizdeki ülkeler de, bize uzak coğrafyalardaki ülkeler de uluslararası ilişkilerinde kendileriyle aynı düşüncede olan ülkelerle birlikte hareket ediyorlar. Aslında biz de özellikle ikinci dünya savaşından sonra, kendimizi aynı kategoride gördüğümüz Batı dünyasıyla birlikte hareket ettik. Ancak Batı ile kurduğumuz ittifak ilişkimize rağmen diğer gruplardaki ülkeleri karşımıza almadık; onlarla da dostluklarımızı geliştirmek, pekiştirmek istedik. Bunu başardık da.
Dünyanın dört bir yanındaki ülkelerle en güçlü ilişkileri kurduğumuz dönem ise Ak Parti’nin ilk yıllarıdır. AB ile tam üyelik müzakereleri bu dönemde başladı. Komşularla yakın ilişkiler bu dönemde gelişti. Afrika, Güney Amerika ve Doğu Asya açılımları bu dönemde oldu. Afrika’da 12 büyükelçiliğimiz varken bu sayı bu dönemde üç katına çıktı. Dış ticaretimiz, yatırımlarımız ve altyapı ihalelerinden aldığımız pay katlanarak gelişti. Uluslararası kuruluşlarda itibarımız yükseldi. Bu dönemde BM Güvenlik Konseyi’nde temsil edildik. Birleşmiş Milletlerden sonraki en büyük uluslararası kuruluş olan İslam İşbirliği Teşkilatı’nın genel sekreterliğine bir Türk vatandaşının getirilmesi de yine bu dönemde gerçekleşti. Türkiye bu dönemde hem Batı, hem de Orta Doğu için “model ülke” olarak gösterilmeye başlandı.
Dış ilişkilerde sorunlar yumağı
Şimdi her alanda sıkıntı ve sıkışma yaşıyoruz. Avrupa Birliğine tam üyelikten kimse söz etmez oldu; esasen tam üyeliğe yönelik müzakere süreci de fiilen donduruldu. Amerikalı yöneticiler bizden bahsederken ülkemiz için “sözde müttefik” tanımını kullanmaya başladılar; başkanları göreve başlamasının ardından geçen iki aylık süreye rağmen hâlâ vakit ayırıp cumhurbaşkanımızı aramadı. Suriye’de Rusya’ya yaklaştık; ama sahada kararları onlar almaya, bizi de bu kararlara uymaya zorlamaya başladılar. S-400 hava savunma sistemini satın alan yegane NATO ülkesi olarak Rusya’ya 2,5 milyar dolar ödedik; ama sistemi bir türlü kurup kullanmaya başlayamıyoruz. S-400 sisteminin alımı kararımızdan dolayı üretim ortağı olduğumuz F-35 savaş uçağı programından çıkarılmak da bu alış verişin bir ödülü oldu.
Son on yılda eski dostlarımızla birer birer aramız açıldı. Körfez ülkeleriyle neredeyse hasım olduk. Suudi Arabistan ile BAE karşımızda bir blok oluşturdular. Yalnız Şam’da değil, bugün Kahire ve Tel Aviv’de de büyükelçilerimiz yok. Yunanistan, Kıbrıs Rum Kesimi’yle birlikte Doğu Akdeniz’de, İsrail ve bazı Arap ülkelerini de yanına alarak Türkiye’yi dışarıda bırakacak bir grubu kalıcılaştırmanın yöntemini arıyor.
Başta da belirttim; bir ülke için dış politikası açısından en endişe verici durum yalnız kalmasıdır. Bu yalnızlığın “değerli” olup olmaması da pek önemli değildir. Şimdi maalesef bu yalnızlığımızın sonuçlarını görüyoruz.
Yöneticilerimiz de bu durumun farkında olmalılar ki eski dostlarla arayı düzeltmenin yollarını arıyorlar. Ama kırgınlıkların düzeltilmesi öyle birkaç açıklamayla sağlanamaz. Bu konuda öncelikle bir karar almanız ve bunun yöntemlerini belirlemeniz gerekir. Bununla birlikte, son haftalarda Mısır’la ilişkilerin düzeleceğine ilişkin basında çıkan haberler bizim böyle bir karar ve strateji sonucunda Mısır’a yaklaştığımızı göstermiyor. Mısır’ın Akdeniz’de yaptıracağı bir arama çalışması için açtığı ihalede Türkiye’nin kıta sahanlığına uygun koordinatlar vermesi nedense bizde bazı çevreleri ümitlendirdi. Basının ve konuya ilgi duyan kişilerin bu yönde açıklamalar yapması anlaşılabilir; ama daha sonra dışişleri bakanı da sanki bu yakınlaşma bir devlet politikasıymış gibi bir açıklama yapınca, hepimiz Mısırla ilişkilerimizin artık düzeleceğini düşünmeye başladık. Ancak hemen sonrasında Mısır resmi kaynaklarının bunu yalanlamaları, ardından da Mısır hükümetinin sesi niteliğindeki yarı resmi El Ahram gazetesinde iki ülke arasındaki normalleşme için zehir zemberek ön şartlar içeren on maddelik bir beklenti listesinin yayınlanması ülkemizin Mısır ile ilişkileri düzeltmek için sonuçları öngörülmüş, hesaplanmış stratejik bir çalışma içine girmediğini gösterdi.
Gelinen aşamada görülen o ki, Mısır kımıldamadan yerinde dururken, Türkiye Mısır’a yaklaşmaya çalışıyor. Yakınlaşma politikası doğru bir seçimdir. Ancak, taviz talep eden tarafın şartlarının kabul edilmesinin gerekeceği akılda tutulmalıdır.
Mısır’ın ardından (ve belki de Mısır’la birlikte) Suudi Arabistan’la ilişkilerimizi normalleştirme girişimimizin de benzer şartlarla gerçekleşebileceği şimdiden tahmin edilebilir.
Mısır ile ilişkilerimizin bozulmasının faturası çok ağır oldu, ve ağırlaşmaya devam ediyor…
Seçimle iş başına gelen Muhammed Mursi’nin kendi savunma bakanı Sisi’nin askeri darbesiyle devrilmesinden bu yana Mısır’la konuşmuyoruz. Büyükelçiler karşılıklı olarak geri çekildiler; 2013’ten bu yana diplomatik ilişkiler alt düzeyde devam ediyor. Tabiatıyla bu süre içerisinde ekonomik ve kültürel ilişkilerimiz de büyük zarar gördü. Oysa Mısır hem ikili ticaretimiz, hem merkezi konumda olduğu Arap alemiyle ilişkilerimiz ve Afrika’ya açılan kapımız olarak Türkiye için büyük önem taşıyor.
Tahrir meydanı gösterileri
Hatırlanacaktır, Mısır’daki askeri darbeye yalnız Türkiye tepki göstermedi; birçok Batı ülkesi de Sisi’yi kınadı. Ancak demokratik olmayan yöntemlerle iş başına gelmiş olsa da yönetim tüm dünya tarafından tanınınca, Türkiye dışında, darbeye karşı çıkan ülkelerin tamamı Mısır ile ilişkilerini normalleştirdiler. Biz ise bu ülkeyi sanki kuşaklar boyu sıralı şekilde diktatörler yönetmemiş gibi bu gerçeği bir türlü kabullenemedik; büyükelçimizi geri göndermedik. Bu tavrımız diğer Arap ülkeleriyle ilişkilerimizi olumsuz etkilemiş olsa da, büyük ticari kayıplara yol açsa da “Rabia” işaretiyle tepkimizi sergilemeye devam ettik.
Cenevre’deki görevim sırasında BM nezdinde ülkesini temsil eden meslektaşım Mısır büyükelçisi ile yakın dostluk ilişkisi kurmuştum. İlk görüşmemizde bana söylediklerini unutmuyorum: “İyi, güzel hoş da Naci, bizim tüm muhaliflerimize kucak açtınız. İstanbul Mısır’dan kaçanların ülkemiz aleyhinde yayın yaptığı bir merkez oldu. Radyo ve televizyon kanalları sürekli sizin üzerinizden Mısır aleyhinde yayın yapıyorlar. Sen olsan böyle bir ülkeye dost diyebilir misin” demişti. Daha sonraları bu iddialar bu gibi şikayetlerle de sınırlı kalmadı; çok sayıda Mısırlı muhalife Türk vatandaşlığı verildiği de ileri sürüldü sonraki yıllarda.
Arap Ligi toplantısı
Yine hatırlanacaktır, onyıllar sonra 2009’da üstlendiği BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine seçilmemizde Arap aleminde ağırlığı olan Mısır’ın da etkisiyle Arap Birliği Örgütü 2008 yılında “Türkiye’nin desteklenmesi” için oybirliğiyle karar almıştı. Aynı Arap Birliği son yıllarda ülkemiz aleyhine birbiri ardına aldığı kınama kararlarıyla gündeme geliyor.
İlişkiler sürseydi Müslüman Kardeşler’e baskı azalırdı görüşü
Tüm olumsuzluklara rağmen hala Türkiye’ye sempatiyle bakan bazı Arap dostlarımız Türkiye’nin Mısır’la ilişkilerini bozmasının bu ülkedeki Müslüman Kardeşler’e yapılan baskıların artmasına neden olduğu görüşündeler. Bu çevreler, “eğer Türkiye darbe sonrasında Sisi ile bir iletişim kanalı açabilseydi Mursi’nin cezaevinden çıkmasını sağlayabilir; Müslümanlara da bu kadar eziyet yapılmazdı” görüşündeler.
Mısır’daki darbeye gösterdiğimiz tepkide kuşkusuz son derece haklıydık. Ama ilişkilerini sekiz yıldır normale döndürememiş yegane ülke olmanın bir açıklamasını yapamıyorum ben. İki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesinin basında çıkan birkaç haberle gerçekleşebileceğini düşünmek bu konuları bilmemek olur. Neden olmasın derseniz de, işte böyle küçük düşürücü bir muameleyle karşı karşıya kalır, onurunuzu da zedelersiniz. “Biz zaten görüşüyoruz; filan tarihte dışişleri bakanımız Şükrü ile konuşmuştu” demekle de ilişki başlatılmaz. Eğer böyle bir düşünceniz varsa basını hiç karıştırmadan diplomatik kanallardan konuşmaya başlarsınız.
Küsme belki bir anlık kararla başlayabilir; ama barışma bir süreçtir; zaman ve beceri ister…
Sekiz yıl sonra ne değişti de şimdi Mısırla normalleşmeden bahsediyoruz? Darbe yaptıkları için özür mü dilediler? Baksanıza, barışmak için bize bir yığın şartlar ileri sürüyorlar. Bunları nasıl hazmedeceğiz?
Cumhurbaşkanı yıllardır tüm selamlamalarını baş parmağını saklayıp Rabia işaretiyle yapıyordu. Son zamanlarda ben bunu Mısır için değil, partimizin ilkelerini göstermek için yapıyorum demeye başladı. Belli ki bu küslükten o da pek mutlu değil.