Bir zamanlar ısrarla kendimizi “AB’ye tam aday statüsündeki ülke” olarak tanıtmaktan memnuniyet duyuyorduk. Sonra Batı ile ilişkilerimiz limonileşti; bu tanımı pek kullanmamaya başladık. Başta Almanya olmak üzere, bazı Avrupa ülkeleri de, tam üyelik sevdasından vazgeçmemizi önerip bize özel statü vermeyi dillendirmeye başladılar. Şimdi artık böyle bir söylem de pek duyulmaz oldu; AB için Türkiye, inişli-çıkışlı ilişki içinde bulundukları herhangi bir ülke konumuna geldi. Bulunduğumuz aşamada biz de bunu pek fazla sorgulamıyor, hatta Avrupa’nın bu tutumundan memnun gibi görünüyoruz. Aslında yönetimimiz de son zamanlarda kendisini AB karşıtı söylemleri destekler bir noktada konumluyor. “Avrupa zaten bizi istemiyor, aslında biz de onları istemiyoruz” sözlerini yalnız kamu oyumuzdan değil, yöneticilerimizde de duymaya başladık. Kısacası, AB’ye tam üye olma konusunda havlu atmışa benziyoruz.
Aslında çok sayıda meslektaşımız da bu yönde paylaşımlar yapıyorlar. Meslek büyüğümüz, eski Berlin büyükelçilerimizden Tugay Uluçevik de birkaç gün önceki tvitinde şöyle diyor: “AB Bildirisi’nde 20 paragraf var. 3’ü Covid; 5’i Tek Pazar; 1’i Rusya;11’i Doğu Akdeniz (sadece Türkiye). Türkiye’deki demokrasi, insan hak ve hürriyetleri durumuna dair 3 cümlelik 1 paragraf var. Hani bu konu çok önemli ve öncelikliydi? AB’nin derdi Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de hapsetmek.” Büyükelçimizin bu paylaşımının hem bazı diplomatlarımız, hem de konuya ilgi duyan pek çok kişi tarafından desteklendiğini de paylaşımın aldığı “beğeni”lerden anlamamız mümkün. Başka bir anlatımla, AB’nin bir üyesi olma düşüncesinden her geçen gün daha da uzaklaşıyoruz.
AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi
Geçtiğimiz hafta düzenlenen AB Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi sonuç bildirisi gerçekten de bu yaklaşımı destekler ifadelerle dolu. Artık önceki yıllarda olduğu gibi, kendilerinden yüksek beklentilerimizin olmadığının farkındalar. Türkiye olarak öncelikli beklentilerimizi “zaten başımızda yeteri kadar sorun var, bir de siz ekonomimizi zorlayacak yaptırımları düşünmeyin” ile “insan hakları ve özgürlükler konusunda sizden ders almayı düşünmüyoruz; biz kendi yolumuzda gideceğiz” ifadeleriyle muhataplarımıza net bir şekilde iletiyoruz son zamanlarda. Nitekim, hepimiz farkındayız, eskiden olsaydı “İstanbul Sözleşmesinden çıkıyoruz” dediğimizde Avrupa hep birlikte ayağa kalkıp buna karşı çıkardı; şimdi birkaç açıklamayla zevahiri kurtarıyorlar. Ama bunun ötesine gidip “ne olacak bu Türkiye’nin geleceği” telaşına kapılan pek görünmüyor.
Önceki yıllarda olduğu gibi şimdi de Avrupa Birliği’nin Türkiye politikasında Almanya’nın ağırlıklı rolünü hissediyoruz. Şansölye Merkel yıl sonunda görevini bırakacağı için gelecek yıllara dönük Türkiye politikası belirlemede artık pek ısrarcı olmayacak gibi görünüyor. Zirve öncesinde bazı çevrelerde Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye baskı uygulayacağı yönünde görüşler dile getirilmiş olsa da AB’nin hiç de bu yönde bir tavır almayı düşünmediği ortaya çıktı. Birliğin lokomotif gücü Almanya önümüzdeki dönemde hem ikili ilişkilerde, hem de Türkiye’nin AB ile ilişkilerinde politikalarını şu prensipler üzerinde inşa edecek gibi görünüyor:
- Türkiye’nin temsil ettiği büyük kütle, bütünlük, konum ve bölgesel rol Almanya’nın ve AB’nin istikrarına katkı sağlamaya devam etmelidir. Türkiye ile ilişkiler Birlik için önemlidir. Ancak önümüzdeki dönemde riskler azaltılmalı, kontrol altında tutulmalıdır. Türkiye’nin konumu ve rolü bir “yapıcı işbirliği ortağı” olarak muhafaza edildiği ölçüde AB bu ilişkilerden yarar sağlayacaktır.
- Türkiye’nin tam üyeliği, AB’nin organik ortak değerleriyle uyum sağladığı ölçüde mümkündür. Bu aşamada bu mümkün görünmemektedir. Bu noktadan uzaklaşma, tam üyelik perspektifini de ötelemektedir. Esasen bu perspektiften uzun süre önce uzaklaşılmıştır. İlişkilerde bu durum dikkate alınmalıdır.
- Doğu Akdeniz, Libya, Suriye, uluslararası göç hareketleri, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi konulardan kaynaklanan belirsizlikler istikrarlı işbirliğini zora sokmaktadır. O halde, mevcut müşterek kazanımları (ama öncelikle Almanya’nın ve AB’nin kazanımlarını) koruyacak, riskleri azaltacak bir “trans-actionalism” (somut çıkarların gerektirdiği ölçüde, ilkelere dayanmayan “al-ver” ilişkisi) politikası izlenmelidir.
- Suriye meselesi ve sonrasında göç krizi patlak verdiğinde, Türkiye’yle ilişkilerde belirsizlik (ilişkilerin niteliği, tam üyelik perspektifi ve nihai statü) sorunu ortaya çıktı. Türkiye, artık bir tam üye adayı, ya da işbirliği ortağı görüntüsü vermiyor; ülke sorun yaratma kapasitesiyle algılanıyor.
- Göç krizi başladığından bu yana, Türkiye’nin üstleneceği rolün boyutları iyi tanımlanmadı. 2015/16 göç mutabakatı, hızlı değişim şartlarında ortaya çıkan “ahlaki paniğin” önlenmesi, AB için istikrarının korunması amacıyla bulunmuş acele ve sancılı bir çözümdü. Bu çözümün, mali yardım, vize serbestisi ve Gümrük Birliği’nin güncellenmesi gibi önemli unsurları vardı. Göç konusu AB bakımından başından bu yana hayati etkide bulunabilecek bir önem ve risk taşıdı. Bu durumda, AB’nin ABD’nin desteğine ihtiyacı ortaya çıktı, bu ihtiyaç bugün de devam ediyor.
Zirve kararları ne ifade ediyor
Son dönem AB Devlet ve Hükmet Başkanları Zirveleri, Türkiye’yle devam edegelen sorunların kontrol altına alınmasına, sorunları krize dönüştürmeden statükoyu mümkün olduğunca “dondurmaya” ve muhafazaya yönelik kararların kabulüne sahne oldu. Zorlayıcı şartlarda, zor seçimler karşısında hala belirleyici ve nihai nitelikte kararlar alınamıyor.
25 Mart’ta kabul edilen kararların, Türkiye’nin işbirliği şartına bağlı olarak “aşamalı, orantılı ve geri çevrilebilir” niteliği vurgulandı. Bu kararların ABD’yle danışılarak alındığı anlaşılıyor. ABD Başkanı Biden, Konsey toplantısına video konferansla katıldı; Türkiye, Rusya ve Çin konularında politika oluşturulması için eşgüdüm yapıldı.
Avrupa Birliği, Türkiye ile müzakere masasında olan konuları çok iyi değerlendirdi ve son zamanlarda uyguladığı “al-ver politikası” çerçevesinde, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de attığı, Avrupalıları memnun eden adımlar sonunda Türkiye’ye bazı şartlı teşvikler sağladı. Bunları, Doğu Akdeniz nedeniyle yaptırım uygulanmaması, göç mutabakatının mali yardım boyutunun yenilenmesi ve Gümrük Birliği’nin güncellenmesine yönelik görüşmelerin başlaması için AB Komisyonu’na yetki verilmesi olarak sıralamak mümkün. (Aslında hatırlanacağı üzere, Gümrük Birliği güncellemesi yeni bir unsur değil. Bu konu göç mutabakatının bir parçasıydı ve 5 yıldır bekletiliyordu. Dolayısıyla Komisyon’un müzakereye başlaması şu an itibariyle ucu açık bir süreçten ibaret.)
AB ile ilişkilerde al-ver politikası sürecek gibi görünüyor
Haziran’da yapılacak Konsey toplantısına kadar süreç ABD’yle birlikte eşgüdüm halinde izlenecek. Türkiye-ABD ilişkilerinin seyri de bu süreçte rol oynayacak. Nisan ayı sonunda Kıbrıs konusunda başlayacak 5+1 görüşmelerinin seyri takip edilecek. Aslî hedef olan sorunların kontrol altında tutulmasına, Türkiye tarafından tırmandırılmamasına yönelik mesafeli ve kontrollü bir “al-ver” ilişkisi çerçevesinde devam edilecek. Uygulanabilecek potansiyel yaptırımlar arasında yaz aylarında Türkiye’ye yönelik turizmi kısıtlayabilecek “seyahat uyarıları” yayınlanması gündemde var. Genel hatlarıyla Konsey toplantısı sonuçları Almanya ve AB bakımından bir kazanıma, bizim açımızdan ise karamsar bir tabloya işaret ediyor.
Diğer birçok meslektaşım gibi ben de AB ile ilişkilerimizde geldiğimiz aşamayı kaygıyla izliyorum. 2000’li yılların başında hız kazanan ve tam üyelik müzakerelerinin başlamasıyla taçlanan süreçte şimdi bu başlangıç noktasından bir hayli uzağız. Bir zamanlar Türkiye’deki siyasi ve ekonomik reformları alkışlayan Batılı dostlarımız artık farkı bir anlayışa girdiler. Türkiye’deki gelişmeleri tedirginlikle izleyen ve her vesileyle uyarılar yapmaktan geri duymayan AB yeni bir politikayı yürürlüğe sokmuş görünüyor. Batı’nın işine gelen konu başlıklarındaki icraatlarımıza bakılarak politika belirlenecek, ayaklarına basmadığımız sürece canımızı sıkacak uygulamalardan da uzak durulacak gibi bir görünüm var.
Artık AB’ne tam üyeliğin görünür gelecekte gündemde olmadığını hepimizin kabullenmesi gerekiyor. Bununla birlikte ben yine de ülkemizin geleceğinin Avrupa’da olacağını düşünmek ve bu konuda umudumu korumak istiyorum.
Osmanlı döneminde bile atalarımız geleceğimizi Avrupa’da görüyordu. Şimdi ne oldu da Batıdan bu kadar uzaklaştık? İktidarın başka hedefleri olduğunu düşünüyorum. Yazık ediyorlar ülkeye.
Eski günler geride kaldı Naci bey. Artık AB üyeliği hayaliyle yaşamanın pek anlamı yok. Ama üye olmasak bile, üyelik şartlarını yerine getirebilecek kapasitede bir ülke olmayı hedeflemeliyiz. Ama bu yönetimle bu hedefe çok uzağız.