Son zamanlarda Suriye ile ilgili yazıları okurken veya ülkedeki gelişmeleri görüntülü olarak aktaran videoları izlerken çoğu kişi gibi ben de duygularıma hakim olamıyorum. Asırlarca aynı bayrak altında yaşadığımız, yalnız tarihi değil, akrabalık bağlarıyla da bağlı olduğumuz bu güzelim ülkeden geriye şimdi komada zor nefes alan bir hasta devlet kaldı.
Suriye’de bundan tam on yıl önce başlayan iç savaş, bugün artık çok sayıda dış gücün de dahil olduğu büyük bir krize dönüştü. Krizin kısa süre içinde sona ermesi, ülkenin makul bir süre sonra eski günlerine dönmesi de beklenmiyor. İç savaşın başladığı tarihten bu yana 500 binden fazla Suriyeli hayatını kaybetti. Halen ülke nüfusunun yarıdan fazlası yer değiştirmiş ya da sığınmacı olarak ülke dışına çıkmış, altyapısı çökmüş, ekonomi enkaza dönüşmüş, ülke toprakları egemenlik alanlarına ayrılmış durumda. Suriye’de yakın bir zamanda kalıcı ve kapsamlı olabilecek, bütünleşmiş merkezi otoriteyi yeniden tesis etmek maalesef pek mümkün görünmüyor.
Suriye’deki karışıklar ülkenin kendine özgü farklı inanç yapılarından kaynaklanan sorunlar yumağıyla daha da çetrefil bir hale dönüştü. Ülkedeki mezhebi ve etnik çatışmanın kökenlerinin eskiye uzandığını biliyoruz: Hafız Esad yönetimi tarafından 1980’li yıllarda Hama ve Humus’ta binlerce Sünni’nin katledildiği, ülkenin kuzeyindeki Kürt nüfusun yok sayıldığı ve vatandaşlık hakkından mahrum edildiği, iç savaşın devasa boyutta yıkıma yol açmış olmasına rağmen, halen hafızalarımızda canlılığını koruyor.
Hafız Esad’ın otoriter ve baskıcı yönetiminden sonra oğul Beşar’ın yönetimi devralmasıyla canlanan reform ümidi, yaşanan büyük acılar ve yıkımın yerleştirdiği kopmayla artık geriye dönülmeyecek şekilde terk edilmiş görünüyor. Arap Baharını takip eden iç savaş sonrasında Suriye toplumu, organik bütünlüğünü yitirmiş durumda. Ayrışma, kalıcı hale gelen derin husumetlerle perçinlenmiş durumda.
Suriye’de mevcut durum
Bugün Suriye, ana hatlarıyla üç nüfuz alanına bölünmüş görünüyor: Şam Yönetimi, Osmanlı dönemindeki “Şam Vilayeti”ne hakim. Doğu ve Kuzeydoğu, Suriyeli Kürt grupların denetiminde. Kuzey ve Kuzeybatıda ise Türkiye’nin parçalı ve kesintili denetim alanları var.
Suriye artık bölgede hakimiyet kurmak veya mevcut güçlerini pekiştirmek isteyen farklı ülkelerin etkisi altındaki bir nüfuz sahasına dönüşmüş durumda. İsrail, 1973 Yom Kippur Savaşı’nın ardından işgal ettiği Golan Tepeleri’ni bu ülkedeki iç karışıkları da fırsat bilerek ilhak etti. Rusya ve İran, Esad Yönetimi’nin müttefikleri olarak ülkeye yerleşti; merkezi Suriye ordusunun destekçisi konumuna dönüştü. ABD, PYD/YPG üzerinden özellikle ülkenin kuzeyinde kontrol alanına sahip olmuş durumda. Türkiye, Suriye “muhalefeti”nin silahlı bakiyesinin ve Sünni Arap nüfusunun bir kısmını ülkenin kuzey batı bölgelerinde oluşturduğu ceplerde himayesi altına almış vaziyette. 30’u aşkın ülkeden gelen cihatçı gruplar da, bu bölgelerde silahlı Suriye Sünni muhalefetinin saflarına katılmış durumda. Arap ülkelerinin bir kısmının da, güçleri oranında kendilerine yakın gördükleri grupları destekledikleri biliniyor.
Suriye, öteden beri Orta Doğu bölgesinin barındırdığı zengin etnik ve dini, tarihi ve kültürel mozaiğin küçük ölçekte modeli olarak görülür. Şam-Trablusşam (Lübnan) ekseninden bakıldığında bu tespit daha da bir anlam kazanıyor.. 1970’li yıllarda Lübnan’ın kanlı iç savaşına Suriye nasıl eklemlendiyse, bugün de İran ve Lübnan’daki gruplar Suriye’deki çatışmaya dahil olmuş görünüyorlar. Konunun, ülkede iç savaş ile güç kazanan PYD/YPG varlığı ve milyonlarla ifade edilen sığınmacı boyutu Türkiye ve Irak’ı da gelişmelerin ortağı yapıyor.
Halen milyonlarca Suriyeli mülteci Ürdün, Mısır ve Körfez ülkelerinden Türkiye’ye, oradan da Avrupa’nın uç noktalarına yayılmış durumda. 12 milyon kişiye ulaştığı tahmin edilen bu zorunlu göç hareketi, İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana yaşanan en büyük mülteci krizini temsil ediyor. Sorun çok büyük, bulunabilen çözümler kısmî, bu karamsar tabloda Suriye adeta kaderine terk edilmiş durumda.
Çözüm nasıl bulunacak?
‘Arap Baharı’nın açtığı yaraları sarmaya çalışan Arap ülkeleri bu aşamada Suriye sorununa dahil olarak söz sahibi hale gelmeye çalışmakla birlikte bu ülkelerin orta ve uzun vadede etkili olabilmeleri zor. Bölgesel ve bölge dışı güçler krize bu denli girmişken, Suriye’nin bir ‘Arap meselesi’ olarak tanımlanması mümkün değil. Üstelik, zaman içinde büyüyen sorunlar yumağının uluslararası boyutu da oldukça önemli. AB ülkelerinde yaşamaya sürüklenmiş sayısı belirsiz Suriyeli, bu ülkeleri de sorunun paydaşları haline gelmiş durumda. Deniz ve hava üsleriyle Suriye’ye yerleşen Rusya ile ‘Şii Hilâli’ yoluyla Akdeniz’de Lübnan’a bağlanmaya gayret eden İran kazandıkları mevzilerden vazgeçmeye niyetli görünmüyorlar. Hafız Esad döneminde izole edilen Kürt nüfus, dış himayeyle bugün hesaba katılması gereken silahlı ve özerk bir güç haline geldi. Halen Türkiye’de yaşayan dört milyona yakın Suriyeli sığınmacıya ek olarak, bugün Suriye sınırları içindeki nüfusun da önemli bir bölümü Türkiye kontrolü altında yaşıyor. Bir hesaba göre, ülkenin neredeyse üçte birinin ülke içinde ya da dışında Türkiye tarafından korunduğu ve desteklendiği görülüyor.
Bu kördüğüm içinde, karışıkların başından bu yana Rusya ve İran’ın desteğini alan Beşar Esad’ın iki kazanımı var: İktidarını sürdürürken, teknik ve mezhebi olarak ‘arındırdığı’ topraklarda şeklen de olsa yönetimini devam ettiriyor. Silahlanmış ve bilenmiş muhalefet dışında ülkede ‘ılımlı’ sayılabilecek ciddi siyasi bir muhalefet unsuru ise kalmamış durumda.
Bu şartlar altında, ülke ya kalıcı şekilde bölünecek, ya da dış müdahaleyle parçalar birleştirilmeye çalışılacak. Ülkemiz de dahil olmak üzere, bölgede etkin olan ülkelerin hiçbiri bölünmüş bir Suriye’den yana değil. Bu durumda Beşar Esad’ın en azından geçiş döneminde iktidarını koruyacağı bir düzenleme yapılması söz konusu olabilecek. Türkiye, Rusya ve İran’ın ortaklaşa yürüttükleri ‘Astana Süreci’ ile BM ve Batılı ülkelerin arkasında hizalandıkları ‘Cenevre Süreci’nin önümüzdeki dönemde birleştirilmesi yönünde bir girişim başlatılması gündeme gelebilir. Zira taraflar, her iki sürecin de tek başına kapsamlı ve kalıcı olabilecek bir çözüm üretemediğini çok net bir şekilde görmüş durumdalar.
Son on yılda Suriye’de yaşanan büyük acıların açtığı yaraların uzun süre kapanması ne yazık ki mümkün olamayacak. Düşmanlığa dönüşen iç ve dış kuşkularla husumetlerin onarılması da büyük bir ihtimalle birkaç kuşak sürecek. Bu ihtimale şimdiden hazırlıklı olmalı, Türkiye’yi istikrarsızlaştırma potansiyeli barındıran bu sorunun evrilebileceği yönü iyi hesaplamalı, sonuçlarını öngörebilmeliyiz.
Bölgedeki yabancı güçler, yarın bir şekilde, anlaşma sağlansa da sağlanmasa da, çantalarını alıp ülkelerine dönecekler; ancak biz daha uzun yıllar boyunca komşularımızla birlikte yaşamaya devam edeceğiz. Bu nedenle Suriye politikamızı günlük ve kısa dönemli hesaplarla değil, tarihi komşuluk hukukumuzu da göz önünde bulundurarak uzun dönemli belirlememiz gerekiyor. Son yıllarda bu politika daha çok siyasi mülahazalar ön planda bulundurularak geliştirilmeye çalışıldı; diplomasi arka planda kaldı. Gelecek nesillerin üzerine daha fazla yük yüklemeden, hiç değilse bundan sonra diplomasiye öncelik vermeliyiz. Bunu yapabilecek durumda mıyız, zaman içinde göreceğiz…
Suriye kanayan bir yara. Sorunun bu noktaya gelmesinde ülkemizin de payı olduğunu düşünüyorum. Harabeye dönüşen bu ülkenin tekrar ayağa kalkması uzun yıllar ve yüz milyarlarda dolara malolacak. Bir de insani boyutu var tabii bu konunun. Yalnız bizler değil, gelecek nesiller de on yıllar boyu bugünkü hataların faturasını ödeyecekler. Maalesef…
Bu yaklaşım tüm komşu ülkeler için geçerli olmalı, günübirlik çözümler, sadece iç güvenlik, erteleme vb, şeklinde değil, uzun vadeli komşuluk ilişkileri gözönünde tutularak oluşturulmalı politikalar, sınırlarımız bu ülkelerle çevrili olduğuna göre..Teşekkürler, görüşlerini aktardığın için..