You are currently viewing Türkiye’nin göçle imtihanı: Ülkemizin “yol geçen hanı” olmasını istemiyorsak nasıl bir göç politikamız olmalı?

Türkiye’nin göçle imtihanı: Ülkemizin “yol geçen hanı” olmasını istemiyorsak nasıl bir göç politikamız olmalı?

Düzensiz ve toplu insan göçü bugün dünyanın en tartışmalı ve önemli gündem maddelerinden biri haline geldi. Önceki yüzyıllarda büyük savaşların zorladığı toplu yer değiştirmeleri artık yalnızca silahlı çatışmalar tetiklemiyor; yaşadıkları ülkelerin siyasi, ekonomik ve sosyal şartlarından hoşnut olmayan insanlar aileleriyle birlikte başka diyarlara göç tercihini kullanabiliyorlar. İklim değişikliğinin dayattığı zor şartlarla daralan hayat alanları bir başka önemli göç nedeni haline geldi. Fakat, değişmeyen yalın bir gerçek var: İnsanlar, daha iyi hayat şartlarını bulacaklarını umdukları bölgelere, zengin ülkelere yöneliyorlar.

Silahlı çatışmaların, iç karışıklıkların ve savaşların yerlerinden ettiği göçmenler geldikleri ülkelerin verdikleri statülere göre geçici sığınmacı ya da kalıcı mülteci olabiliyorlar. Göçler, günümüzde Birleşmiş Milletler (BM)’in en önemli çalışma alanlarının başında geliyor. Göç ve iltica konularıyla ilgilenen iki büyük BM kuruluşu var; bunlar, Uluslararası Göç Örgütü ile Mülteciler Yüksek Komiserliği. Her iki kuruluşun da merkezi Cenevre’de. BM verilerine göre bugün dünyada 300 milyondan fazla kişi göçmen statüsünde bulunuyor. Bu haftaki yazımda, dünyada en fazla sayıda yabancı göçmeni konuk eden, bu yönüyle üzerinde derinlemesine düşünmemiz gereken Türkiye’nin göç politikasını tartışmaya açacağım.

Göç konusunda bugüne dek yaptığımız yanlış tercihlerin sonuçlarını yaşıyoruz

Göç, bizim için yeni bir olgu değil. Türkiye’nin toplumsal yapısı,    Osmanlı İmparatorluğu’nun geç, Cumhuriyet’in erken döneminde göç dalgalarıyla şekillendi. Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu göçleri hafızalarımızda tazeliğini koruyor. Yakın dönemde —özellikle Soğuk Savaş’ın bitiminden bu yana geçen süre içinde— çevremizdeki silahlı çatışmalar Türkiye’yi cazibe merkezi haline getirdi. Daha yakına geldiğimizde, ülkemize yabancı nüfusun göçü kitlesel nitelik kazandı.

Ankara’daki son merkez görevim sırasında göç konularıyla yakından ilgilendim. Daha sonraki Cenevre yıllarımda da BM’nin göçle ilgili kurumlarla çok yakın temaslarım oldu. Dönem içinde sınırlarımızdan düzensiz ve kaçak şekilde giren, ülkemize yerleşen yabancıların sayısı artarken bu durumla baş edilmesi güçleşmeye başladı. Göç, hükümetin aslî konularından biri olmaya başlayınca 2013 yılında İçişleri Bakanlığı bünyesinde Göç İdaresi Genel Müdürlüğü kuruldu; göç konuları münhasıran bu birimin sorumluluğuna verildi.

Bugün göç ve iltica konularını düzenleyen en önemli uluslararası belgelerin başında 1951 tarihli BM Sözleşmesi geliyor. Biz de bu sözleşmeye tarafız, fakat sözleşme hükümlerini uygulama konusunda sınırlayıcı ve belirleyici bir çekincemiz (ihtirazi kayıt) var. Bu çekince, Batı’dan gelen göçmenleri kabul ederek ülkemizde kalıcı olabilecek kişilere mülteci statüsü verebileceğimiz, ancak Doğu’dan gelenlere aynı statüyü tanımayacağımız kaydını içeriyor. Bu ayrıntıyı dikkatle not edelim. 1956 yılındaki Macar ayaklanması sırasında ülkelerinden kaçarak Türkiye’ye sığınan çok sayıdaki Macar uyrukluya verdiğimiz mülteci ve vatandaşlık statüleri bu ayrıntıya dayanır. Bu anlayışın ardında Soğuk Savaş’ın dondurduğu hareketlilik şartlarında Batı ülkelerinden kitlesel göç hareketlerinin olmayacağı varsayımı yatıyordu. Varsayımsal hatamızı ilk kez Bulgaristan’dan toplu göçe zorlanan yüzbinlerde soydaşımızı kabule zorlandığımız sırada 1980’li yıllarda anlamamız, değişmeye başlayan şartlara ayak uyduracak kapsamlı yasal ve idari düzenlemeleri yapmamız gerekiyordu, yapamadık. İlk Körfez Savaşı’nın ardından Saddam Hüseyin’in ölümcül gazabından kaçarak sınırlarımızı geçen ve Türkiye’ye sığınan kuzey Iraklı yüzbinlerce kişi de bizi bu yönde hareketlendirmekte yeterli olmadı. Her iki olayda da kolaycılığı seçip, sınırımızı kapatmanın yeterli olacağını farz ettik.

Bugüne geldiğimizde —belki de ön alıcı, yaratıcı çözüm üretme çaresizliğimizden— hâlâ aynı yorucu ve kısır ezberi tekrarlıyor, Doğu ülkelerinden gelenlere göçmen/mülteci statüsü tanımayacağımızı bıkıp usanmadan söylüyoruz. Halbuki, çarpıcı fiili gerçek güncel şartlara ayak uyduramayan söylemimizi aşındıralı uzun zaman oldu. Açık çekincemize rağmen yakın dönemde milyonlarca insan doğu ve güney sınırlarımızdan girdiler, ülkemizde yaşıyorlar. Kendilerine mülteci statüsü tanınmadığı için şayet bu yabancılar güvenlik güçleri tarafından yakalanırlarsa “geri gönderme merkezleri”ne alınıyor, sonra —imkan varsa— çok azını ülkelerine gönderiyoruz. Ancak önemli bir sorunumuz var: Bu kişilerin geldikleri ülkeler, bizim için “yasa dışı göçmen” konumunda olan vatandaşlarını geri almayı çoğu kere kabul etmiyorlar. Bu durumda, göç merkezleri kaçak durumdaki yabancılarla doluyor. Onları yedirmek-içirmek ve temel ihtiyaçlarını karşılamak zorunda kalıyor, ülkelerine iade edemiyoruz. Bu durum bizi çıkmaz sokağa sokuyor.

Hal böyle olunca, bulduğumuz ‘yaratıcı’ çözüm, vukuatı olmadığı sürece kaçak durumdaki yabancıları kolluk kuvvetlerinin tutuklamaktan kaçınmaları, görmezden gelmeleri, bu kişileri göç merkezlerine getirmemeleri yönünde oldu. Başka deyişle, yine kolaycılığa kaçarak, mevcut soruna gözlerimizi kapatmayı seçtik. Sanırım son 10-15 yıldır uygulamamız bu yönde sürüyor. Sonuç olarak, çoğunlukla sosyal ve ekonomik nedenlerle Pakistan, Afganistan ve Bangladeş’ten Orta Asya’ya; Suriye, İran ve Irak’tan Eritre, Cibuti, Somali, Nijerya, Senegal ve Fas gibi uzak Afrika ülkelerine uzanan çok geniş bir coğrafyadan bazen yasal, fakat çoğu kez yasadışı yollardan Türkiye’ye gelen yabancıların sayısı her yıl katlanarak arttı. Bu mesele artık gözümüzü kapatamayacağımız boyutlara ulaştı. Bugün birlikte yaşadığımız yabancı göçmenlerin sayısı gerçekçi tahminle 6 milyon seviyesinde dolaşıyor.

Ülkemizin “yol geçen hanı” olmaması için ne yapmalıyız?

Yaşadığımız göç krizi “Arap Baharı”ndan etkilenen Suriye’deki iç savaştan kaçarak ülkemize sığınan Suriyelilerle birlikte derinleşti. Bu sığınmacılara kucak açarken önce “kırmızı çizgimiz 100 bindir; daha fazla Suriyeli kabul edemeyiz” derken, ardından toplumsal kabulü kolaylaştıracağını umduğumuz “ensar-muhacir” denklemini kurduk: sayılar hızla yükseldi, “geçici koruma altındaki yabancı” statüsü verdiğimiz sığınmacı Suriyelilerin varlığı milyonları aştı. Aslına bakarsanız, kalıcı mülteci statüsü vermesek de, bu kapsamdaki Suriyelilere mülteciliğin sağladığı tüm imkanları uygulamada fazlasıyla tanıdık.  Çalışma izni, çocuklara ücretsiz eğitim imkânı, aile üyelerine ücretsiz sağlık hizmeti bu imkanlar arasında. Böyle olunca, sığınmacı konuklarımız resmî statülerinin adına aldırış etmeksizin hayatımızın parçası haline geldiler.

Sayı böylesine yüksek olunca, geçici konuklarımızla karşılaşmayan sanırım yoktur. Benim yaşadığım ilçede inşaat işlerinde çok sayıda Afgan çalışıyor. Araba tamir atölyelerinde, araç yıkama servislerinde kendi dilimizde bizimle iletişim kuran Suriyeliler var. Ülkemizin önemli bölümünde çobanlık işleri artık Afganlara ihale edilmiş durumda. Cami çıkışlarında cemaatten yardım isteyenler arasında yine bu gruptan kişiler çoğunlukta. Çukurova’nın pamuk hasadında, Antalya’da meyve-sebze seralarında, Adana’da pamuk tarlalarında, Rize’de çay, Ordu ve Giresun’da fındık bahçelerinde düşük ücretlere razı olan sosyal güvenlikten ve sigortadan yoksun sığınmacılar çalıştırılıyor. Kısacası, sığınmacılar kol gücüne dayalı işlerde sayıları milyonları bulan bir emek gücü haline geldiler. 

Çarpıcı olansa, nitelikli sığınmacı sayısının azlığı: rahatsızlandığımızda gittiğimiz sağlık kuruluşlarında sığınmacı bir doktorla karşılaşmıyoruz, çalışma izni alınmasında sorun yaşamadıkları halde şirketlerimizde çalışan geçici koruma altında bir mühendis veya mimarla çalışma ihtimali de çok düşük. Bunun nedenini sanırım hepimiz biliyoruz: iyi eğitimli ve nitelikli göçmenler ülkemizi yalnız ‘transit ülke’ olarak görüyor, geldikten kısa süre sonra çeşitli yöntemlerle Batı ülkelerine gitmenin yolunu buluyorlar. “Aman güç durumda oldukları için ülkelerini terk edenlere iyi bakın” tavsiyesini veren Batılı ülkeler bu gruptaki eğitimli ve meslek sahibi olanlara vize vermekte ve kapılarını bu kişilere açmakta birbirleriyle yarışıyorlar. Böyle olunca, Batı’ya erişim imkânı bulamayanlarla yaşamaya devam ediyoruz.

Şimdi, güncel duruma bakalım: Bugün ülkemizde ‘göçmen’ başlığı altında iki kategoride yabancı uyruklu var: İlk grupta, ekonomik nedenlerle kaçak yollardan ülkemize gelen, çoğu Asya ve Afrika menşeli yabancılar yer alıyor. Kayıtları yapılmayan, sayıları belirsiz bu kişilere resmî kimlik belgesi düzenlenmiyor. Mevzuata göre ‘yakalandıklarında’ ülkelerine gönderilmeleri gerekirken, uygulamada iadeleri mümkün olmadığından gözaltı işlemi yapılmıyor, Türkiye’nin dört bir yanında kaçak yollardan yaşamayı sürdürüyorlar. İkinci grupta, ülkelerindeki iç karışıklıklardan kaçan, başta Suriyeliler olmak üzere, ‘geçici koruma altındaki sığınmacı yabancı’ statüsündeki kişiler var. Kayıt altına alınabildiği ölçüde bu kişilere resmî kimlik belgeleri veriliyor. Dolayısıyla bu statüdekilerin sayısı yaklaşık olarak biliniyor. 2010 yılına kadar bu iki gruptakilerin toplamı 1 ilâ 1,5 milyon düzeyindeyken, şimdi rakamlar misliyle artarak 6 milyonu aştı. Bu sayıya, himayemiz altında kuzeydoğu Suriye’deki İdlib çatışmasızlık bölgesinde yaşayan ve istediklerinde Türkiye’ye girip çıkabilen sayıları tahminen 3 milyon kadar olan Suriyeliyi de eklemek sanırım isabetli olabilir.

Ucuz işçilik imkânı sunan vasıfsız göçmenlerin ekonomiye maliyet rekabeti sağladığı kuşkusuz; fakat, niteliksiz işgücü istihdamı katma değer yaratmıyor, sadece işgücü maliyetlerini düşüyor. Yıllardır artmayan katma değeri yüksek ihracat mallarımızın oranı bu tespiti doğruluyor. Madalyonun diğer yüzünde, ülke çapında yüzde 30’a ulaşan geniş tanımlı işsizliğin arttığı gerçeğine gözümüzü kapatabilir miyiz?  Konunun önemli bir başka boyutunda güvenlik kaygıları var: Kim olduklarını, nereden, hangi amaçlarla geldiklerini bilmediğimiz yüzbinlerce kişinin denetimden uzak şekilde dolaşmalarının barındırdığı güvenlik riskinin farkına varmalıyız. Basit mallardan oluşan ihracatımızı maliyet rekabetiyle artırmaya çalışırken, artan toplumsal gerginlik ve güvenlik risklerini göz ardı edemeyeceğimiz sanırım aşikâr.

Geçici koruma altındaki yabancılara Türk vatandaşlığı vermek iyi bir politika olabilir mi?

Göç konusunun çok önemli bir boyutunu geçici koruma statüsü verilenlerin bir süre sonra Türk vatandaşlığına alınması için yeni bir uygulama başlatılmış olmasıdır. Bu durum, yürürlükteki mevzuata uymadığı gibi, hakikatte BM Sözleşmesi’ne ihtirazi kaydımıza ve geleneksel uygulamalarımıza da tamamen aykırıdır. Önceki bir yazımda, asgari 250 bin Dolarlık gayrimenkul alan her yabancıya otomatik Türk vatandaşlığı verilmesinin hiç de iyi bir uygulama olmadığını belirtmiş, sakıncalarına dikkat çekmiştim. Maalesef bu uygulama devam ederken, şimdi Cumhurbaşkanımız “şu ana kadar 110 bin Suriyeliye Türk vatandaşlığı verildiği, 100 binin üzerinde Suriyeliye daimi ikamet izni verileceği, bu sayıların önümüzdeki dönemde fazlasıyla artırılacağı bir sürece girdiğimiz” müjdesini verdi. Bu tasarrufun dayanağı “sağda solda iş ararken zorlukla karşılaşmamaları” olarak sunuldu. Burada, Suriyelilerin vatandaşlık kazanmakla iş bulmakta zorlukla karşılaşmalarından değil, ülkemizde vatandaşlık statüsüyle kalıcı hale gelmelerinden söz ediyor olduğumuz açık. Öyleyse, çok geçmeden Türkiye’nin toplumsal yapısını değiştirebilecek gelişmelere tanık olabiliriz. Benzer bir uygulamanın gelecekte tamamen keyfi siyasi tasarrufla Suriyeliler dışında Türkiye’deki milyonlarca yabancı bakımından geçerli olabileceğine geçerken dikkat çekmeliyiz.

Diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de yabancıların vatandaşlığa alınmaları konusunda iyi düşünülmüş ve dikkatle hazırlanmış bir yasal mevzuat var. Türk vatandaşlarıyla evlilik yoluyla ya da soy bağıyla vatandaşlık kazanılması mümkün. Fakat asıl önemlisi istisnai durumlara mahsusen verilen vatandaşlık: bilimsel, kültürel ve sportif alanlarda ülkemize katkı sağlayacağı düşünülen yabancılara hızlı ve kolay vatandaşlık verilmesi imkân dahilinde. Ancak, yabancıların Türkiye’de “iş ararken zorlukla karşılaşmamaları” bu istisna kapsamına girmiyor. Dolayısıyla, yasal istisna hükümleri, siyasi amaçla hukuken genişletici yoruma tabi tutulamaz. Daha önemlisi, bu keyfiyetin halen Türkiye’de geçici koruma altındaki Suriyeli sığınmacılara verebileceği istemediğimiz bir mesaj var: Türkiye’de yeterince kaldıkları takdirde, vatandaşımız olabilecekleri düşüncesine kapılmaları. Daha vahim olabilecek bir başka husus, yabancı uyruklu sığınmacıların vatandaşlığa alınmalarında hangi ilkelerin uygulandığının bilinmemesi. Bu konuda bilinen genişletici bir yasal düzenleme yok. Örneğin, vatandaşlık için hangi şartların yerine getirilmesi gerekiyor? Bugüne kadar vatandaşlığa alınan 110 bin Suriyeli kimlerdir, hangi istisnai nedenlerle Türk vatandaşlığını kazanmıştır? Başvurular kişisel midir, siyasi gerekçelere dayalı önerilere mi dayanmaktadır? Şeffaf olmayan bir ortamda, bu önemli ve meşru soruların cevaplarını aramaya devam ediyoruz.  

Şimdi başa dönelim: bir gün ülkelerine dönmek isteyebilecek Suriyelilere “ülkenizde durum düzelse de siz burada kalın, bizim vatandaşımız olun” mesajının akla yatkın bir açıklaması, dayanağı olabilir mi? Doğrusu, sanmıyorum. 

Görünen o ki, sınır güvenliğini ciddiyetle sağlamadığımız takdirde, Türkiye’ye denetimsiz geçişler sürecek. Resmî açıklamalar kontrolsüz göçün yarattığı tedirginliğin örtülü kabulüne işaret ediyor. Konunun yabancı düşmanlığı boyutuna taşınmaması gerekiyor. Son zamanlarda Türkiye’deki yabancı göçmenlere yapılan ayrımcı muamelenin, söylemin ve fiziki saldırıların hukuki, vicdani ve insani bakımdan yanlış olduğunu unutmamalıyız. Fakat, konu kamuoyunda yakından izlenmeli ve tüm boyutlarıyla tartışılmalı.  Baskı ve zulümden kaçanları himaye etmek ne denli önemliyse, bu insani yaklaşımın istismar edilmemesi, göç meselesinin şeffaf ve kamuoyunun kaygılarını dikkate alan bir anlayışla tartışılması, gereken önlemlerin alınması ve yönetilmesi de o kadar önem taşıyor. Bu tartışma zemininde, eskiden insan göçü konusunda bir ‘geçiş ülkesi’ olan Türkiye’nin şimdi en azından bir kısım göçmenler bakımından bir ‘hedef ülke’ haline dönüştüğünü de akılda tutmalıyız. Aksi durumda, Türkiye keyfi uygulamalarla kaybolmuş göç politikasıyla, hızla bir “yol geçen hanı” olmaya aday görünüyor…


VIDEO

Karar TV’den Semra Alkan ile Afganistan’daki gelişmeler ve göçmen krizine ilişkin söyleşi. (37. dakikadan itibaren)

This Post Has 5 Comments

  1. Ayse Gures Aka

    Suriyelilere “ülkenizde durum düzelse de siz burada kalın, bizim vatandaşımız olun” mesajının akla yatkın bir açıklaması, dayanağı olabilir mi? Doğrusu, sanmıyorum. 

    Yukarda ki yorumun cok carpıcı.
    Icimizi sızlatan bu konuda cok endiseliyiz ve umutsuzuz
    Bu kadar iyi hazirlanmıs yazı icin tesekkurler

  2. Halil Akıncı

    2007den beri çivisi, önce yavaş 2010dan beri de hızlı çıkmış olan Türkiye’de yıllardır sürdürülen “benim Kürdüm, benim Lazım, benim Çerkez’im benim Türk’üm hariç benim herkesim edebiyatı bir toplum Mühendisliği hareketinin işaretidir.
    Şimdi de benim Suriyelim. Bir türlü kafamızın almadığı şey gelenlerin yıllardır Baasın Arap Milliyetçiliği eğitiminden geçmiş olmalarıdır.Bunların özellikle Hatay Şanlı Urfa Gaziantep’e yerleşmeleri acep nedendir?
    Bir de azınlık dayanışması çoğunluğa hakim olur.Bu da tehlikedir.
    Karşı karşıya olduğumuz sorun göç değil toplum mühendisliğidir. Bu da aceminin elinde patlar.Zaten patlıyor. Şimdlik başımız kumda. Kumun bittiği yere veya zamana gelince acaba aklımız başımıza gelir mi?

  3. Salih Yıldız

    Ben bu sorunların kaynağında ülke olarak bir göç politikamız olmamasının yattığını düşünüyorum.

  4. Şükriye Tekin

    Suriyeli mültecilere Türk vatandaşlığı verilmesini doğru bulmuyorum. Bu uygulamaya devam edersek kimse ülkesine dönmek istemez. Bence sığınmacılar belirli bir süre içerisinde ülkelerine dönmeliler.

  5. Murat Güleç

    Göç konusunun önümüzdeki dönemde ülkemiz için büyük bir sorun olacağını düşünüyorum. Doğu sınırlarımız maalesef kolay korunacak gibi değil. Daha uzun yıllar “yol geçen hanı” oluruz gibi geliyor bana.

Bir yanıt yazın