Türk Dış Politikası bugünlerde tırmandığı merdivenden sürekli aşağı kayan, toparlanarak yeniden yukarı çıkmaya çalışırken bir öncekinden daha aşağıda bir basamağa kayan bir çırpınmadan çıkamadığı izlenimini veriyor. Övünerek “stratejik” olarak tanımladığımız “hamlelerimiz”in her biri öncekinden daha zayıf, daha kısa ömürlü ve silikleşen bir görüntü sergiliyor. Adeta takati kesilmiş, zorlukla nefeslenen, mecali azalmış bir uzun yol koşucusuna benziyoruz. Bu benzetmeyi, ringde iyice yorulmuş, rakibi yerine boşluğa yumruk sallayarak korunmaya çalışan bir boksörün çabasıyla değiştirebiliriz. Fakat, sonuç değişmiyor. Önemli soru şu: Neden? Devletler dış politikada takatten düşer mi? Düşerse, toparlanabilir mi? Son bir hafta içinde ortaya çıkan gelişmeleri bu bakış açısıyla değerlendirerek, sorunun cevabını bulmaya çalışalım.
Doğu Akdeniz, Libya, Belarus üçgeninde AB’yle bilek güreşi
Avrupa Birliği (AB)’ne tam üyelik görüşmeleri çıkmaza girdi; artık bu konuları konuşmak anlamını yitirdi. Bir işbirliği ortağı yerine rakip, hatta hasım olarak gördüğümüz AB’yle bir zorunlu angajman ilişkisi yaşıyoruz. Bu ilişkinin temel çerçevesini, mecbur bırakıldığımız bir zorunluluk ve al-ver yaklaşımı belirliyor. İlişkimiz AB’yle paylaştığımız ortak değerler üzerinde yükselmiyor. Tam aksine, yakaladığımızı düşündüğümüz taktik (fakat, stratejik olmayan) nitelikte fırsatları kullanmaya kafa yoruyoruz. Ancak, hamlelerimizin her biri öncekinden daha zayıf, bulanık, ses getirmeyen ve her aşamada mevzisini terkeden, geriye çekilen bir çizgide gelişiyor. AB ise yerinde duruyor, gelişmeleri izleyerek, uygun bulduğu anlarda tepkilerini veriyor, zorlayıcı yaptırım mekanizmalarını kullanıyor. Böylesi bir ortamda, bırakın tam üyelik perspektifini, AB’yle yapıcı ve anlamlı bir ilişki geliştirmemiz mümkün olabilir mi? Herhalde, hayır.
Açılış raundu, Doğu Akdeniz
AB, geçen hafta içinde “Mavi Vatan” doktrini çerçevesinde geçen yıl Doğu Akdeniz’de başlattığımız açılımlara karşı uygulamaya başladığı yaptırımları sessiz sedasız bir yıllık süreyle uzattı. Bu gelişme karşısında bir tepki göstermedik, resmi bir açıklamamız da olmadı. Daha geçen yıl büyük gürültü koparılan bu konuda artık sessizliği tercih ediyoruz. Sessizlik içinde pek az fark edilse de, bu gelişme büyük harcama yaparak satın aldığımız hidrokarbon arama ve sondaj gemilerimizin uzunca bir süre limanlarımızda bağlı kalmaya devam edeceğini gösteriyor.
Doğu Akdeniz konusunda bir uluslararası konferans düzenleme önerimiz de alıcısı çıkmadığı için artık hatırlanmaz oldu. Fakat tasalanmaya yer yok. Akdeniz’den ümidi kesince, bir Romanya ve Bulgaristan’ın yıllar önce belirledikleri ve bazısı işletilen doğalgaz yataklarına bitişik kendi bölgemizde gaz keşfini (!) tamamladık. Bu kadar masrafla satın aldığımız gemilerimiz böylece atıl kalmadı. Keşfedilen miktar yatırım ve işletme maliyetlerini karşılamayacak ölçüde küçük olsa da, biz de doğalgaz keşfi yapan ülkeler arasına katılmış olduk. Üstelik, Karadeniz’deki münhasır ekonomik bölgelerin sınırları kıyıdaş devletler arasında 1990’lı yıllarda diplomasi yoluyla belirlendiği için, ilave bir kazanım olarak, herhangi bir sorun yaşamıyoruz.
Libya’da neler oluyor?
AB konusunda önemli bir gelişme, geçen hafta Libya konusunda Fransa’nın ev sahipliğinde düzenlenen ve pek çok ülkenin liderinin katıldığı (bizim G-20 toplantısı sırasında aldığımız davete rağmen siyasi düzeyde katılmayı reddettiğimiz) toplantıda yaşandı. Önceki Libya toplantılarına benzer şekilde, 24 Aralık’ta yapılacak genel seçimler öncesinde Libya’da askeri güç bulunduran ülkelerin kuvvetlerini çekmesi konusunda mutabakat sağlandı. Bu ülkelerle kastedilenin Rusya ve Türkiye olduğunu biliyoruz. Hatta, istenmeyen yorumlara neden olmamak için ev sahibi Fransa’nın devlet başkanı Macron, kastedilen ülkelerden birinin Türkiye olduğunu isim zikrederek yeniden ve üzerine basarak açıkladı.
Toplantı kararları, Libya gibi dış politika gündemimizin merkezine yerleşen çok önemli bir konuda istemediğimiz gelişmelere işaret ediyor. Ediyor da, ne oluyor? Sessizliğimize bakılırsa, pek bir şey olmuşa benzemiyor. Kısa bir-iki mukabil açıklama yaparak, “Türkiye’nin Libya’da istikrar sağlayıcı bir güç olduğunu” hatırlatmayla yetindik. Peki, yıl sonunda yapılacak seçimler Libya’da Türkiye’ye olumlu yaklaşan bir hükümet üretmezse, ne yapacağız? Mevcut (geçici) Milli Mutabakat Hükümeti’yle imzaladığımız deniz yetki alanlarını belirleyen Mutabakat Muhtırası’nın uluslararası anlaşma niteliğinin ve bağlayıcılığının kuşkulu olduğunu, her an rafa kaldırılabileceğini, tartışmalı niteliği nedeniyle Libya’da parlamento tarafından onaylanmadığını bilmiyor muyuz?
Paris’te düzenlenen Libya toplantısında AB’nin önde gelen ülkelerine ilaveten ABD, Rusya (DB Lavrov) ve Mısır’ın, Libya’nın diğer komşularının da liderler düzeyinde temsil edildiğini hatırlatalım. Dolayısıyla, Paris’te alınan kararın (Türkiye hariç) çok geniş bir uluslararası mutabakatı yansıttığını, Türkiye’nin Libya konusunda uzun süredir kemikleşmiş, bir yalnızlığın içine iyice itildiğini düşünmemiz için pek çok neden var gibi görünüyor.
Kapanış raundu, Belarus
Şimdi, bir anda son günlerin en tartışmalı konusu haline gelen Belarus-Polonya krizine değinelim. Suriyeli, Iraklı ve Yemenli binlerce sığınmacı adayı günlerdir soğukta Polonya sınırına dayanmış bekliyor. Avrupalıların açıklamalarına göre, bu sığınmacıların bir kısmı Suriyeli ve Iraklı havayolu şirketleri tarafından, kalan önemli bir bölümü ise Türkiye’nin (THY) ve Rusya’nın (Aeroflot) milli bayrak taşıyıcı havayolu şirketleri tarafından Belarus’un başkentine “tek yönlü” kesilmiş biletlerle taşındılar.
Geçen hafta sonuna kadar İstanbul’dan Minsk’e düzenlenen seferler haftada 28 sefer sıklığıyla yapılıyordu. Kriz kapıya dayanınca, AB’nden arka arkaya açıklamalar gelmeye başladı: Belarus makamlarına ve sığınmacıları getiren ülkelerin havayolu şirketlerine bir dizi yaptırım uygulanacağı bildirildi. O kadar ki, AB makamlarının elinde bu kişilerin organize şekilde taşındıklarına ilişkin bilgi ve belgeler olduğu açıklamaları basına yansıdı. İlk cevabi açıklamalarımızda “Türkiye’ye haksızlık yapıldığı”na işaret ederek, sorumluluk taşımadığımıza işaret etsek de, bunun yeterli olmayacağını süratle kavradık.
İstanbul’dan Minsk’e yapılan seferlerde “ikinci bir bildirime dek” Suriye, Irak ve Yemen uyruklu yolcu taşınmasının ve “tek yönlü” bilet kesilmesinin durdurulduğunu açıkladık. AB yetkilileriyse, Türkiye’nin tutumunun “AB’yle varılan bir anlaşmanın sonucu” olduğunu vurguladılar, yapıcı tavrımızdan dolayı teşekkür ettiler. Böylece, mevcutlara ek olabilecek stratejik nitelikte yeni bir AB yaptırımı tehlikesini taktik bir hamleyle savuşturmaya başardık. Belarus ise, AB’nin 5. Aşama yaptırım paketiyle karşı karşıya kalıverdi. Geride kalan ve cevap bekleyen önemli bir soru şu olabilir: Bölgemizde “uçan kuştan haberdar olduğumuzu” söylerken, Belarus-Polonya sınırında olup bitenlerden bu denli habersiz olmamız mümkün görünüyor mu?
Türkiye, tırmandığı merdivenden geriye kayarken..
Bir hafta içinde birbirinin peşi sıra gelen bu haberler bize Türkiye’nin AB’yle ilişkilerde ne masada, ne sahada yer bulabildiğini, artık karşı açılım geliştirmekte ve tepki vermekte bile iyice zorlanır hale geldiğini, tırmanmaya çalıştığı merdivende sendeleyerek sürekli geriye düştüğünü ortaya koymuyorsa, neyi gösteriyor? Kısa ömürlü ve anlık etkinin ötesine geçemeyen taktik açılımlara “stratejik değer” atfetme alışkanlığımızdan kurtularak, artık ölçülebilir, öngörülebilir, ilkeler ve değerler üzerine kurulu bir dış politika anlayışıyla yola devam etmeye çalışmak, en azından bu yönde çaba harcamak akılcı ve gerekli değil mi?
Yazının başındaki sorulara dönelim. Dış politikamız neden bu çizgide gelişiyor? Çünkü, kalıcı sonuçlar üretecek, ancak gösterişli ve etkileyici çıkışlara imkan vermeyen akılcı ve tutarlı bir çizgide ilerlemek istemiyor olabiliriz. Devletler dış politikada takatten düşer mi? Düşerse, toparlanabilir mi? Evet, düşebilirler. Bu düşüşte, yumuşak gücün, inandırıcılığın ve caydırıcılığın azalması/yitirilmesi etkili olabilir. Ekonomik güçte ortaya çıkan azalmalar da düşüşte pay sahibidir.
Toparlanmak elbette mümkündür; fakat takat kesildiyse, toparlanmanın sürati düşme hızından çok daha yavaş olabilir. Ayağa kalkarken yaşanacak sendelemelerin de beraberinde yeniden düşme risklerini getirdiğini unutmadan ekleyelim.
Dış politikada içine girdiğimiz patikanın devamının uzun, dar ve virajlı, zeminin ıslak ve kaygan olacağı şimdiden görünüyor…
Siz usanmadan yazıyorsunuz; ama dinleyen yok Naci bey. Dış politika eskiden hariciyede belirlenirdi. Şimdi o da külliyeye taşındı. Küllliyenin de şimdi bu konulara ayıracak vakti yok maalesef. Ama siz yine de yazmaya devam edin. Umarım bir gün yöneticilerimizin akılları başlarına gelir.
Libya’dan askerlerinizi çekin diyorlar. Biz ıslık çalıp gökyüzüne bakıyoruz. Kendimizi kandırıyoruz. Artık gerçekçi bir diplomasi izlemek zorundayız. Birinin çıkıp “kral çıplak” demesi gerekiyor.
Ekonomik çöküntü yanında dış politika ikinci, belki üçüncü sıraya düştü. Bir süre de böyle olacak gibi görünüyor. Aslında iç politika, ekonomi ve dış politika artık bir birlerini etkiliyor. Geldiğimiz noktada her alanda bir çöküş yaşıyoruz.