İç ve dış siyasi gündemimiz o denli hareketli ki, birkaç ay önce yaşadıklarımız bile hızla unutulmaya yüz tutuyor. Oysa son bir yıl içinde Türkiye-AB ilişkilerinde önemli gelişmelere tanık olduk.
Nasıl başladık, nereye geldik?
Hatırlarsınız, geçen yıl bu sıralar “Mavi Vatan” doktrini üzerinden yaşanan gerginlikle, Doğu Akdeniz’de bayrak gösterme yarışına giren Türkiye ve Yunanistan arasında bir sıcak çatışmanın kıyısında dolaşıyorduk. Kıbrıs ve Libya meselelerinin de eklenmesiyle deniz yetki ve egemenlik alanları tartışması alabildiğine genişlemiş, alevlenmişti. Türkiye’nin yüksek meblağlar karşılığı satın aldığı hidrokarbon arama ve sondaj gemileri birbiri ardına Doğu Akdeniz’de ilan edilen Navtex serisiyle uluslararası sularda boy gösteriyordu. Bu caydırıcılık gösterisi, Eylül-Aralık döneminde biri olağanüstü olmak üzere düzenlenen üç ayrı AB Zirvesi’nin kritik konu başlıkları arasına girdi. Sonuçta gerginliğin düşürülmesiyle, AB’nin Türkiye’ye yaptırımlar uygulaması ihtimalinin kenarından dönüldü; Yunanistan’la sonu gelmeyecek, üretkenlikten uzak “istikşafi görüşme” turuna yeniden başlanması hedefimize ulaştık. O zamandan bu tarafa, “Mavi Vatan” söylemini artık duymuyoruz. Arama-sondaj gemilerimiz de imanlarımızda bekliyor.
Yunanistan’la birlikte Fransa’yla yaşadığımız eş zamanlı gerginliğin etkisiyle, geçen yılın Aralık ayındaki son AB Zirvesi, teknik olarak tam üyelik müzakeresi yürüten Türkiye’yle ilişkilerin gerilediği son mevziye işaret ediyordu: AB, yaptırım seçeneğini dışlamaksızın açık uyarılarını sürdürüyor, Türkiye’yle ilişkilerin ABD’nde seçimi henüz kazanmış Biden Yönetimi’yle yapılacak danışmaların sonucuna göre müştereken belirleneceğini bildiriyordu. Daha açıkçası, Ankara yakıştırmak istemese de, Avrupa-Atlantik ortaklarının ortaklaşa blok halinde bir dizi yaptırım uygulamaları ihtimali on yıllardır ilk defa Türkiye’nin önünde belirivermişti.
Sonra ne olduğunu hatırlayalım: AB-ABD danışmaları bu yıl Mart ve Haziran aylarındaki AB Konseyi toplantıları sırasında yapıldı. Her iki toplantı öncesinde ABD Başkanı Biden, AB liderleriyle ‘Türkiye sorunu’nu ayrıntılarıyla görüştü.
Mart ayındaki AB Zirvesi’nin sonunda, Türkiye’yle ilişkiler hakkında durum tespiti yaparak önerilerde bulunan AB Komisyonu raporunun ışığında kararlar kabul edildi. “Türkiye’den alınan olumlu işaretler” dikkate alınarak, “Doğu Akdeniz’deki durumun hassasiyetini koruduğu, gerginliğin azaltılmasının sürdürülmesi gerektiği; tüm seçeneklerin masada tutulduğu” açıklandı. AB açıklamasında, kararların “Türkiye’nin tavrına bağlı olarak, aşamalı, orantılı ve geri çevrilebilir” nitelik taşıyacağı hatırlatıldı. Dahası, “ekonomik işbirliği, göç, sağlık, iklim, terörizm, bölgesel konular, yüksek düzeyli siyasi diyalog ve insani temaslar gibi ortak çıkar alanlarıyla” sınırlanmış bir işbirliği modeli ortaya kondu.
Haziran ayındaki AB Zirvesi’nin ardından yayınlanan açıklamada önceki kararlar teyit ve tekrar edilirken, AB Komisyonu, “tüm AB üyelerini kapsayacak şekilde Türkiye-AB Gümrük Birliği’nin güncellenmesine gecikmeksizin başlamakla”; ayrıca, “Suriyeli mültecilerin desteklenmesi amacıyla yeni bir mâlî yardım paketi hazırlamakla” görevlendirildi.
Her iki zirve toplantısının kararlarında Türkiye’yi rahatsız edecek çok sayıda ayrıntı metinlere eklenmişti. Bunlar arasında, “bölgesel sorunların çözümüne katkıda bulunma” çağrıları, “insan hak ve özgürlükleri ile basın hürriyetinin ihlâline son verilmesi” talepleri ve “siyasi amaçlarla göçmenlerin kullanılmasına son verilmesi” gibi istekler de var. Anlamamız gereken, AB Türkiye’yle taleplerini dile getirirken açıkça konuşmaya başlamıştı.
Kıbrıs konusunda bizim ne zamandır gündeme getirdiğimiz, bir uluslararası konferans toplanması fikri AB tarafından Mart ayında desteklenirken, Haziran’a gelindiğinde bu yaklaşım terk edildi. Kıbrıs konusunda GKRY ve Yunanistan’ın çizgisindeki söylem artık AB açıklamalarına yerleşti. Her iki AB Zirvesi’nde de Türkiye’nin AB ortak değerlerinden uzaklaştığı anlayışıyla, Türkiye’nin AB’ne tam üyelik müzakere sürecine atıf dahi yapılmıyor, güncel müşterek çıkarların dar sınırları içinde herkesin anlayacağı açıklıktaki basit bir tüccar hesabıyla ilişkiler al-ver listesine indirgeniyordu. Daha fenası, Türkiye’nin öteden beri yerleşmiş kurumsal ilişki müktesebatına aykırı bu anlayışın artık ‘yeni sabit’ olarak görülmesi bekleniyordu.
Şimdi, bu yılın sonuna kadar Slovenya dönem başkanlığında yapılacak Ekim ve Aralık zirveleri ile 1 Ocak’tan itibaren başlayacak altı ay süreli Fransa dönem başkanlığını içerecek 10 aylık zorlu bir süreç önümüzde duruyor. Üstelik bu süre zarfında bugüne dek sağduyulu ve dengeleyici varlığıyla Türkiye-AB ilişkilerini kopma noktasından mahirane hamlelerle uzaklaştıran Angela Merkel’in siyasetten çekilmiş olacağı genel seçimlere giden Almanya’nın tutumunun nasıl gelişeceğini kestiremiyoruz.
Türkiye, AB’yle hesaplaşma mı, uzlaşma mı arıyor?
Türkiye, AB’yle ilişkilerinde bir hayal kırıklığı yaşadığı açık. Bu durumda AB’nin hesabına düşen önemli bir pay muhakkak ki var. Ancak, daha önemlisi yakın geçmişte kaçırdığımız fırsatların birbirinin ardı sıra birikerek, zengin bir koleksiyon haline geldiği gerçeği. Bu hatalarımızı telafi amacıyla kontrollü gerginlik politikasıyla AB’nden ödün koparmaya yönelerek yeni hatalar yaparken, AB Türkiye’ye karşı yaptırım seçeneğine başvurabileceğini söylemeye başladı. Zira, Rusya ve Belarus örneklerine olduğu gibi, AB için kolay ve uygulanabilir yöntem buydu. Sonuç olarak ilişkiler tıkandı, Türkiye tam üyelik perspektifinden iyice uzaklaştı.
Şimdi, uzun soluklu bir ortaklık ve işbirliği yerine, günlük ihtiyaçlar çerçevesinde gelişen bir al-ver ilişkisinin kalıpları içinde yaşıyoruz. Bu durum, AB bakımından kabule şayan, hatta arzu edilebilir bir sonuç olabilir. Fakat, 60 yılı aşkın yoğun ve titiz bir dış politika uygulamasının ardından gelinen aşama Türkiye’nin hanesinde büyük bir hüsran ve başarısızlık olarak yazılı duruyor. Hak edip etmediğimiz tartışması bir yana, öncelikle bu gerçekle vakit geçirmeden kendimizle inatlaşmaksızın yüzleşmemiz; çare aramamız gerekiyor.
Bu yüzleşmeyi yaparken kuşkusuz;
• Yanı başımızdaki dünyanın en büyük birleşik pazarına sahip siyasi ve ekonomik gücü olan AB’nin ülkemizin vazgeçemeyeceği başlıca ticaret ortağı haline geldiğini,
• 2005’de üyelik müzakereleri başladığında sadece bir sene içinde ülkemize akan 20 milyar dolarlık yabancı yatırımın, Türkiye’nin AB’ne tam üyeliğinin ufukta belirmesiyle birlikte geldiğini,
• 2016 yılında başarılan ‘sığınmacı mutabakatı’yla AB ülkelerine vizesiz seyahat kolaylığını kendimizin kenara kaldırdığını,
• AB’yle ilişkilerimizin gümrük birliğinin güncellenmesi ve sığınmacı yardım fonlarından yararlanma seviyesine indirilmesine razı geldiğimizi
zihnimizde tutmalıyız.
Gümrük Birliği’nin güncellenmesi umuduna bel bağlayacaksak, hazır fırsat bulmuşken bir başka yalın gerçeklikle yüzleşmemiz isabetli olabilir: AB, “Gümrük Birliği’nin AB üyesi tüm ülkeleri kapsayacak şekilde güncellenmesi” kararını Haziran ayındaki Zirve’de açıkladı. Kastedilen, şartlı güncelleme ve Türkiye’yi GKRY’yle işbirliğine zorlamaktan ibaret. Bunu yapabilecek miyiz? Bu konunun yanında, ötesinde ya da berisinde Türkiye-AB ilişkilerinde yakın gelecekte konuşulabilecek ilave bir başka somut konu başlığı maalesef kalmamış görünüyor. Bu tespit doğruysa, Türkiye’nin AB nezdinde öneminin azalmasa bile bir hayli sınırlandığını ve işbirliğinden ziyade katlanılması gereken bir mecburiyet ilişkisine indirgendiğini kabullenmemiz gerekiyor.
Bu karamsar tabloda, Türkiye’yi AB’ne bağlayan değerler aşındıkça liberal demokrasiden uzaklaşarak, otoriter Avrasya blokunun çekim alanına sürüklenen bir görünüm sergiliyoruz. Gelecek kuşaklara bırakmak isteyeceğimiz mirasın bu olduğunu düşünmek istemiyorum.
Bu aşamada, Afganistan kaynaklı sığınmacı akını beklentisi AB’yle kaçınmak istediğimiz al-ver ilişkisinin yeni bir unsuru haline gelmeye aday görünüyor. Ekim ayındaki AB Zirvesi’nin hazırlıklarını yapmak üzere şu sıralar birbiri ardına düzenlenen Bakanlar düzeyindeki toplantılardan sızan kararlar bu tahmini doğruluyor. Avrupa ülkelerinin iç siyasetlerinde korkulan popülist ve milliyetçi akımlara set çekmek ve ana akım siyaseti desteklemek için AB’nin temellerinin üzerinde yükseldiği ‘yüksek insani ve ahlaki değerleri’ gereğinde kenara koyabileceğini yaşayarak gördük. Bunun tekrarlanmaması için neden yok. Kabil Havalimanı’nın işletilmesine ısrarla talip olmamız AB nazarındaki itibar pazarlamasının ötesinde, güvenilir ortaklığımızı acaba güçlendirecek mi? Afgan mülteciler için AB’nin sığınmacı destek fonundan ilave pay almaktan öteye gitmeyecek bir pazarlığa girerek bu külfetli ve riskli yükü omuzlamaya razı olacak mıyız? Bu ihtimalin ağır sorumluluğunu üstlenmeye, gelecek nesillere açıklamasını yapmaya hazır mıyız?
İçtenlik ve dürüstlük içinde bu sorulara şimdi vereceğimiz cevaplar hem AB’yle ilişkilerimizin, hem Türkiye’nin gelecekte izlemek isteyeceği rotanın yönünü belirleyecektir. O halde, daha fazla gecikmeden bu soruları ve cevaplarını şimdi içerikli ve anlamlı şekilde tartışmaya başlamamızın zamanı gelmiş ve geçiyor olabilir.
Sanırım, “AB nin, ne yapsak bizi almayacak “inancı yerleşmiş zihnimize, o nedenle bu ilişki düzeyine gelindi diye düşünüyorum.
Ve genel olarak iç ve dış ilişkilere ticari bakış yerleşmiş durumda.
Keşke iç huzur, ekonomik istikrar, eğitim kalitesi, adaletin dağıtımı , düşünce özgürlüğü, kısaca demokratik bir yönetim modeli gerçekleşebilseydi, eminim dış ilişkilerimize de olumlu bir şekilde yansırdı..