You are currently viewing Arap Baharı’nın başlamasından bu yana on yıl geçti. Bu sürecin en yüksek faturasını ödeyenlerden biri herhalde biz olduk

Arap Baharı’nın başlamasından bu yana on yıl geçti. Bu sürecin en yüksek faturasını ödeyenlerden biri herhalde biz olduk

Suudi Arabistan’daki büyükelçilik yıllarım Türkiye’nin dış politika konularında dünyada isminin olumlu anıldığı döneme denk geldi. Batı için yükselen bir değer olmuştuk. 2004 yılında AB ile tam üyelik görüşmelerine başladıktan sonra Avrupa ülkeleriyle siyasi ve ekonomik ilişkilerimiz de hızla gelişiyordu. Orta Doğu’da birçok ülke tarafından “model ülke” olarak görülüyorduk. Dahası, dış politikamızdaki başarılarımıza paralel olarak kültürümüz de bu ülkeleri etkiliyordu. Türk dizileri Körfez ülkelerinden İsrail’e kadar tüm bölgede insanları televizyonlarının karşısına geçiriyordu. Hatta, dizilerimizi orijinalinden seyredebilmek için Arap gençlerinden Türkçe dersi almaya başlayanlar bile oluyordu. Başka bir anlatımla, Türk diplomatları için çok mutlu bir dönemdi o yıllar. 

2009 yılının son aylarında Ankara’daki merkez görevime başladım. Bakanımız Ahmet Davutoğlu idi. “Komşularla sıfır sorun” yalnız Türkiye’de değil, dünyada da karşılık buluyordu. Diğer üst düzey diplomat arkadaşlarım gibi ben de sık aralıklarla farklı yerlerde konuşmalar yapıyor, dış politikamızın esaslarını anlatıyordum. Komşularımızla ilişkilerimiz gerçekten günlük hayatımıza dokunacak şekilde gelişiyordu. İran ile vize muafiyet anlaşmamız vardı; Lübnan ve Suriye’yi de bu gruba aldık. Eskiden sınırdan geçişler meşakkatliyken vizesiz dönemde sınırlar bir engel olmaktan çıktı. Vatandaşlarımız güney komşularımıza kolaylıkla geçebilirken, Iraklılar, Suriyeliler güney illerimizi doldurmaya başladılar. Bu sıcak ilişkiler doğal olarak komşularımızla ticaretimizi de geliştirdi. Her gün binlerce kamyonumuz Türk ürünlerini bu ülkelere taşımaya başladı.

Bugün ismini anmak istemediğimiz Esad o zamanlar yöneticilerimizin yakın dostuydu. Karşılıklı ziyaretler yalnız resmi amaçla değil; ailece sosyal amaçlı olarak da yapılıyordu. Liderlerimiz birlikte futbol karşılaşmaları izliyorlar, Bodrum ve Marmaris gibi tatil beldelerimiz komşu ülke yöneticilerini ağırlamak için birbirleriyle yarışıyorlardı. Şimdi geçmişe baktığımda, yirmi birinci yüzyılın ilk on yılının ülkemiz açısından gerçekten heyecanlı bir dönem olduğunu değerlendiriyorum.

Arap Baharının fitilini Tunuslu bir seyyar satıcı ateşliyor

Sonra, Arap Baharı (*) denilen yeni bir döneme girdik. 2010 yılının Aralık ayında, meyve sebze satıcısı olan işsiz bir üniversite mezunu Tunuslu Muhammed Buazizi, satış arabasına polisin el koymasından sonra protesto amacıyla kendini yakınca Arap Baharı’nın fitili ateşlenmiş oldu. Arap Baharı kısa süre içerisinde bizim yakın çevremizdeki çok sayıda ülkeyi etkisi altına aldı. Tunus’tan Yemen’e, Bahreyn’den Suriye’ye kadar Arap Baharı’ndan etkilenen ülkelerde halk sokaklara dökülerek işsizlik, hayat pahalılığı, siyasi yozlaşma, ifade özgürlüğü, yolsuzluklar ve genelde kötü hayat şartları gibi çok sayıda sorunu gündeme getirmeye başladılar. Bu ülkelerde başlayan gösteri ve ayaklanmalar bizim de içinde bulunduğumuz coğrafyada hayatı allak bullak etmeye başladı.

Tunuslu seyyar satıcı Muhammed Buazizi

Tunus’ta yaşanan ve daha sonra ‘Yasemin Devrimi’ adıyla nitelenen geniş çaplı protestolar 23 yıldır ülkeyi bir ‘güvenlik devleti’ anlayışıyla yöneten Zeynel Abidin Bin Ali’yi, başkanlığı bırakıp Tunus’tan ayrılmaya zorladı. Tunus’taki ani dönüşüm, daha fazla demokrasi ve hak talebi arayışını bölgenin genç, dinamik ve yoksul bir kuşağın deposu haline dönüşmüş Mısır’a yöneltti. Nasır-Sedat geleneğini sürdürüp, demokrasi açığıyla 25 yıldır ülkeyi yöneten Hüsnü Mübarek, değişime direnmeye çalıştıysa da, 11 Şubat 2011 tarihinde istifaya zorlandı; bir yıl sonra yapılan seçimlerde Müslüman Kardeşler kadrolarının adayı Muhammed Mursi iktidara geldi. Mısır’dan sonra değişim sırası Tunus’un diğer komşusu Libya’ya gelmişti. Ülkede hükûmet ve Muammer Kaddafi karşıtı başlatılan gösteriler daha sonra gerçek anlamıyla bölgeler ve kabileler arası bir iç savaşa dönüştü. Sirte düşüp, Kaddafi eski hesaplaşmaların kurbanı olarak linç edilip öldürülünce, Libya uzun sürecek bir istikrarsızlık ve karışıklık sarmalına girdi.

‘Arap Baharı’ hızını almıyor, birbiri ardına diğer Arap ülkelerine de sıçrıyordu. Orta Doğu ülkelerinin ortak paydası olan birikmiş sorunlara sahip Suriye, Bahreyn ve Yemen’de de halk sokaklara döküldü ve daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi talebinde bulundu. Yemen’deki halkın demokrasi talebi kısa süre içerisinde, bu ülkeyi ilgi alanı olarak gören diğer bazı ülkelerin güçlerini denedikleri bir savaş alanına dönüştü. Yemen’deki farklı gruplar bir tarafta İran, diğer tarafta Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin askeri desteğiyle adeta bir ateş alanı oldu. On binlerce sivil iç savaşta hayatlarını kaybetti. Taraflardan biri özellikle ABD tarafından zaten cezalandırılmak istendiği için, dünya diğer taraftaki güçlerin zulmüne büyük ölçüde sessiz kalmayı tercih etti.

Kuşkusuz, yalnız bizi değil, tüm dünyayı etkileyen olayların en büyüğü Suriye’de yaşandı. İlk olarak 15 Mart 2011’de Dera’da başlayan ayaklanma kısa sürede topyekûn çatışmaya dönüştü. Muhalefet, devlet başkanı Esad rejimini devirmeyi ve “Özgür Suriye devleti”ni kurmayı hedefliyordu. Olaylar kısa sürede kontrolden çıktı. Silahlı çatışmalarda yüzbinlerce Suriyeli hayatını kaybetti. Milyonlarca insan evlerini terk etti. Milyonlarca Suriyeli de başta sınırdaş ülkeler olmak üzere iltica etmek amacıyla farklı ülkelere göç ettiler. On yıl önce nüfusu 21 milyon kadar olan Suriye’de halkın yarıdan fazlası ülke içinde ya da dışında sığınmacı ve mülteci durumuna düşerken; olaylar önce Avrupa bölgesi, sonra da tüm dünya için önemli bir mülteci krizine yol açtı.

Neler hayal ediliyordu, neler oldu

‘Arap Baharı’nın ilk dönemlerinde bir çoğumuz bölgemize demokrasi geleceğini hayal ettik. Ancak maalesef bu gerçekleşmedi. 10 yıl içinde milyonlarca insan evsiz kaldı, çok sayıda gazeteci hapsedildi, işsizlik kronikleşti, yoksulluk daha da arttı. Arap Baharı’nın etkili olduğu ülkelerden yalnız Tunus’ta demokratik bir sürece geçiş sağlandı; ancak diğer ülkelerde demokrasi, yerleşik taassubun etkisiyle ve dış dünyanın yaygın istikrarsızlığın önüne geçilmesine yönelik refleksiyle, geriye gitti. Mısır, kısa süren bir demokrasi deneyiminden sonra bir askeri darbeyle yeniden alışıldık tek parti yönetimine benzer bir düzene döndü. Değişen darbecinin adı oldu. Hak taleplerini dile getiren Müslüman Kardeşler’in sesi kısıldı; kimse Tahrir’den bahsedemez oldu.

‘Arap Baharı’ndan bugüne kadar geçen on yılda yaşananların bölgemiz için hiç de olumlu sonuçlar doğurmadığını görüyoruz. Bu on yılın bir muhasebesini yaptığımızda, Suriye ve Yemen gibi, tanınmaz duruma gelen bölge ülkeleri dışında, ‘daha fazla demokrasi’ için başlatılan bu hareketlerin yol açtığı zarardan en fazla etkilenen ülkelerin başında Türkiye’nin geldiğini görüyoruz.

Süreç sona erdiğinde sahadaki manzara hiç de iç açıcı değil

Geçmişin değerlendirmesini yaptığımda benim gördüklerim şunlar:

  • Komşularla ilişkilerimiz ‘Arap Baharı’yla birlikte uzun süre düzelemeyecek şekilde bozuldu. Bunda kuşkusuz, iç siyasetimizdeki çalkantılı dönemin de payı bulunmaktadır. Ancak hemen sınır ötemizde yaşanan olaylar bizi hem siyasi, hem ekonomik alanda olumsuz etkiledi. Irak ve Suriye’yle sınır ticaretimiz durma noktasına geldi. Bir zamanlar çok yakın olduğumuz liderlerle diyaloğumuz kesildi; bu yönetimlerle konuşamaz duruma geldik.
  • ‘Arap Baharı’ bölge ve dünya için zaten bir tehdit unsuru olan radikal akımları buldukları yönetim boşluğunda daha da güçlendirdi. Başta IŞİD olmak üzere, farklı isimlerle insanlık dışı silahlı eylemlere girişen örgütler Batı dünyasında esasen mevcut İslam karşıtı algının yaygınlaşmasına ve derinleşmesine neden oldu.
  • Coğrafyamızda tarihsel köklere sahip mezhepçi ve bölgeci hesaplaşmalar ‘Arap Baharı’yla arttı; mezhep çatışmaları yoğunlaştı.
  • Özellikle Suriye ve Libya’daki iç savaşlar bir zamanlar Afganistan’la sınırlı ‘savaş ağaları’ kavramının geniş ölçekte tedavüle girmesine neden oldu. Zaman içinde üçüncü aktörler için farklı coğrafyalarda kullanılabilecek bir milis havuzu oluştu.
  • Değişim taraftarı Türkiye ve Katar,  Müslüman Kardeşler’i himaye eden ülkeler olarak tanımlandı. Buna karşılık güvenlikçi devlet yapılarıyla monarşik/otarşik statüko taraftarı Suudi Arabistan, BAE ve Mısır gibi ülkeler karşıt bir eksen oluşturup bölgemizde cepheleşmenin derinleşmesine neden oldu. Bu durum bizi Arap ülkelerinden uzaklaştırdı. Bir zamanlar Körfez İşbirliği Konseyi ve Arap Ligi gibi bölgesel kuruluşların toplantılarına davet edilen ülkemiz bölgede yalnızlaştırıldı.
  • ‘Arap Baharı’ ülkemizin yıllar boyu uyguladığı klasik dış politikasında da sapmalara yol açtı. Uluslararası ilişkilerde ‘yumuşak güç’ten askeri kuvvet kullanımını sakınmayan, hatta öncelik veren ‘sert güç’e evrilen bir dış politika çizgisine geçtik. Güçlü ekonomik kaynakları talep eden bu kurulum, Türkiye’nin bugününü ve geleceğini etkileyecek, kaynaklarını eritecek bir düzeye ulaştı.
  • ‘Arap Baharı’nın etkili olduğu bölgede İran zamanla nüfuz alanını genişletti. Lübnan’daki varlığına ek olarak İran Arap Baharı ile birlikte Kuzey Irak ve Kuzey Suriye’deki yapılanmalarda da etkili oldu; bölgedeki gücünü artırdı.
  • ‘Arap Baharı’, muhtemelen en fazla Rusya’yı mutlu edecek sonuçlar üretmiştir: Bu süreçte, Rusya’nın Akdeniz’e açılma hayalleri gerçek oldu. Rusya, Soğuk Savaş döneminin sonunda ayrıldığı bölgeye döndü. Trump’ın her uluslararası gelişmeye ekonomik gözlüklerle bakan politikası sonucunda, çatışma ve çözüm süreçlerinde Rus diplomasisi Amerikan diplomasisinin önüne geçti.
  • Rusya’nın ağırlığını hissettirir şekilde bölgeye yerleşmesi, Batı ülkelerinin nüfuzunu sınırladı. Bugün ABD, YPG aracılığıyla Suriye’de tutunsa ve Irak’taki varlığını sürdürse de, bölgede tek belirleyici olma konumundan uzaklaşmıştır. 
  • İsrail, izlediği rasyonel ve güvenlik merkezli politikalarla Arap Baharı’ndan en fazla fayda sağlayan ülke oldu. Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi başlarken Moskova’yı alelacele ziyaretle Putin’le görüşen ve Suriye konusunda sağlanan mutabakat zımnında eli rahatlayan İsrail’in büyük bir serbestlik ve pervasızlık izleyen yıllardaki doğrudan askeri müdahaleleri ve işgal altındaki Golan Tepeleri bölgesini ilhaka yönelmesi not edilmelidir. Bu süreçte, Filistin davası eski önemini kaybetti, Trump başkanlığındaki ABD, İsrail – Filistin uyuşmazlığında İsrail’in yanında saf tuttu.
  • Kuzey Suriye’deki fiili Kürt oluşumları Türkiye için bir ulusal güvenlik riski oluşturmaya başladı. ABD’nin YPG’yle ortaklığı Türkiye’yle  ittifakını sarstı.
  • ‘Arap Baharı’nda demokratik talepler bastırılırken, sivil toplumun ve demokratik hak ve özgürlüklerin geliştirilmesi ideali yara aldı; buna karşılık ‘güvenlik devletleri‘ ve diktatörler güç kazandı. Tunus dışında, Arap Baharı’nın yaşandığı ülkelerde kayda değer demokratik bir kazanım elde edilemedi.
  • Mülteci krizi tüm dünya için önemli bir sorun kaynağı oldu. Ama bundan en fazla ve olumsuz şekilde etkilenen ülke Türkiye oldu. Ülkedeki dört buçuk milyon Suriyeli sığınmacıya ilaveten sınırlarımızın hemen ötesinde Türkiye’nin himayesine muhtaç üç milyon sivil siyaseti de ekonomiyi de olumsuz yönde etkiledi. Genel toplamda, herhalde ‘Arap Baharı’ sarmalını içerden yaşamasa da hemen mücavir alanda olup en fazla ve olumsuz şekilde etkilenen ülke Türkiye oldu. Öyle ki, en fazla sayıda Suriyeli sığınmacının barındığı ülke haline dönüşen Türkiye (**), dünyada fert başına en yüksek insani yardımı yapan ülke konumuna yükseldi. Kuşkusuz bu durumda Suriyeli sığınmacılara Türkiye içinde ve dışında yapmaya devam edegeldiğimiz yardımın rolü belirleyici oldu. 

Bunların her biri kuşkusuz olumsuz sonuçlar. ‘Arap Baharı’ acaba bizim için olmasa bile, başka bir ülke için yarar sağlamış mıdır diye düşündüğümde, İsrail, Rusya ve kısmen İran dışında aklıma gelen bir ülke olmuyor. Çok üzücü bir durum; ancak yaptığınız değerlendirmeler sonucunda son tahlilde varılan netice maalesef bu oluyor.

Bahar’ın bir de ekonomik sonuçlarına bakalım

‘Arap Baharı’nın mali portesi konusunda da bazı çalışmaların yapıldığını biliyoruz. Bu maceranın bölge ülkelerine maliyetinin bir trilyon doları aştığı tahmin ediliyor. Türkiye özelinde, mülteci krizinin neden olduğu ek harcamalar, bölge ülkeleriyle ticari ilişkilerimizin bozulması ve dış politikamızın temel ekseni üzerindeki değişikliklerin bize siyasi olduğu kadar ekonomik olarak da zarar yazması üst üste hesaplandığında, henüz sonunu göremediğimiz bu süreç tamamlandığında, sanırım karşılaşacağımız maliyet çok yüksek olacaktır. Bunun da ötesinde birçok ülkeyle ilişkilerimizin bozulması, artık literatüre geçen söylemle, yaşadığımız “değerli yalnızlık” savunusu da ayrıca not etmemiz gereken kayıplarımız arasında sıralanabilir.

Güçlü bir profesyonel diplomasi kadromuz var. Ama artık yöneticilerimiz alternatif siyasi kadroların kurguladıkları tutkulu bir diplomasiyi yürütmeye çalışıyorlar. Oysa şu sıralarda ülkenin rotasının yeni yüzyılın ilk on yılındaki döneme yeniden çevrilmesine büyük ihtiyacımız olduğu bu dönemde deneyimli diplomatlara önceki yıllardan daha fazla ihtiyacımız var. ‘Arap Baharı’ denilince akla gelen konu başlıkları umarım yöneticilerimizin de gündemindedir.

Çağdaş tarihçiliğin, toplum bilimin ve iktisadın kurucuları arasında sayılan İbn-i Haldun’un 1375’de kaleme aldığı Mukaddime’sinde ortaya attığı “coğrafyanın ülkelerin kaderi  olduğu” tezi veri kabul edilirse, Türkiye ‘Arap Baharı’ sürecinin ürünü olan Suriye’deki buhran sona erdiğinde bu komşumuzla aynı coğrafyada kaçınılmaz bir kader paylaşımına devam edecektir. Bu konu, gelecek kuşakları meşgul edecek zorlu bir miras olmaya aday görünüyor. 

Son on yılda bölgemizde yaşadıklarımız aklıma geldikçe “zararın neresinden dönülürse kârdır” sözümüzü hatırlıyorum. Ama böyle bir seçeneğimiz var mı, ya da artık kaldı mı, doğrusu bilemiyorum.


(*) ‘Arap Baharı’ konusunda bugüne dek Türkiye’de ve diğer ülkelerde pek çok ‘komplo kuramı’ üretildi. Birbirinin türevi niteliğindeki bu kuramlar, Arap ülkelerinde ortaya çıkan halk hareketlerinin dış kaynaklı planlama, yönlendirme ve kışkırtmayla geliştiğini; bu durumun arkasında Orta Doğu’nun ‘amaca uygun’ biçimde şekillendirilmesi için bölgede yönetim ve sınır değişikliklerine uygun bir zeminin yaratılması isteğinin yattığını savunur. Halk hareketlerinin ardında yatan gerçek olguları ve dinamikleri açıklamaktan uzak bu savlar, daha 2001 yılında binyıl kavşağında BM tarafından yayımlanan “Küresel İnsani Gelişmişlik Raporu”ndan habersiz görünür. Kolaylıkla erişilebilecek olan bu raporda, geniş Orta Doğu bölgesinde hızlı nüfus artışının ve köklü kuşak dönüşümünün sonucu olan işsiz genç kitlelerin daha iyi bir yaşam taleplerinin cevapsız bırakıldığına, kapsamlı demokratik reformlar yapılmadığı takdirde bölgenin toplumsal ve siyasi çalkantıları davet edeceğine, dikkat çekiliyordu.

(**) Suriyeli sığınmacıların en fazla yöneldiği ülkeler Orta Doğu’da Türkiye, Lübnan, Ürdün ve Mısır’dır. Bölge dışında en fazla sayıda sığınmacı Almanya tarafından kabul edildi. 

This Post Has 4 Comments

  1. Kemal

    Suriye bağlamında bizim de büyük sorumluluğumuz olduğunu düşünüyorum. Zamanın hükümetinin ve dışişleri bakanlığının da bunda rolü var. Biz Esad’ı ikna etseydik bunlar olmayacaktı. Ama müslüman kardeşlerin yönetime gelme hayali yöneticilerimizi zehirledi

  2. Zafer Saatçı

    Suriye’de yaşananlar gerçekten büyük bir dram. yüzbinlerce insan hayatını kaybetti. Dünya da televizyonda dizi seyreder gibi seyretti olanları. Aslında hiçbirimizin geceleri rahat uyumaması gerekir. İnsanoğlunun ne kadar zalim ve duygusuz olabildiğini gördük. Hepimizi sorumluyuz olanlardan.

  3. Mehmet Altun

    Asıl ilginç olan Suriye deki değişim yarım bırakıldı yada başarılı olamadı.Bizim yöneticilerimizin öngörüsü gerçekleşmedi ve faturamız ağır oldu ülkemiz adına.Mazlum insanlarda çilesini çekti be bedelini ödedi her zaman olduğu gibi zalim“güçlü liderlerin” zalimliklerinin.

  4. Ahmet Can

    Arap Baharı haberlerini ilk duyduğumuzda Orta Doğu’ya demokrasi geliyor diye sevinmiştim. Sevincim kursağımda kaldı. Tam bir “kış” oldu. Suriye’deki iç karışıklara biz Türkiye olarak çok müdahil olduk gibi geliyor bana. Milyonlaca Suriyeliye yazık oldu bu arada.

Bir yanıt yazın