İktidara geldiği yıldan bu yana AK Parti yönetimi New York’taki BM Genel Kurul toplantılarına katılmaya özel bir önem veriyor. Parlamenter sistemdeyken dönüşümlü olarak, bir yıl cumhurbaşkanı, bir yıl başbakan giderdi New York’a. Başkanlık sistemine geçtikten sonra başbakanlık makamı ortadan kalktığı için bu görevi tamamen cumhurbaşkanı üstlendi. Kovid salgını nedeniyle uzaktan yapılan bir genel kurul toplantısından sonra bu yıl eski düzene geçildi; biz de geniş bir heyetle Genel Kurul çalışmalarında yerimizi aldık.
Ülkeler için BM Genel Kuruluna katılmaktan ziyade bu vesileyle yapılan ikili ziyaretler önem taşır. Cumhurbaşkanımız ve Dışişleri Bakanımız bu ziyaret sırasında çok sayıda üst düzey görüşme gerçekleştirir, ikili ve çok taraflı dış politika konularında görüş alışverişinde bulunur. Bu yılki BM toplantıları için yola çıkıldığında ABD Başkanı Biden da dahil olmak üzere, Cumhurbaşkanının hangi ülke liderleriyle görüşme yapacağı bilinmiyordu. Çok sayıda önemli zevat ile bir araya gelineceği, bu vesileyle yeni Türkevi binasının ihtişamının da yabancı liderlere gösterileceğini anlıyorum. Ama hepimizin zihninde aynı soru var: Acaba Biden ile de görüşme yapılacak mı?
Türkiye son yıllarda bölgesinin ötesinde küresel gelişmelere yön verme anlayışıyla iddialı bir dış politika izliyor. Son yıllardaki üst düzey temaslarımızda artık bu iddianın belirtilerini hissedemiyor olsak da yöneticilerimiz bu iddiamızı canlı tutmaya çalışıyorlar. Önceki yıllarda New York’ta dile getirilen “Dünya’nın beşten büyük olduğu” sloganı da bu iddialı yaklaşımın ürünü. Bu tutumuyla ülkemiz, genişletilmesini talep ettiği BM Güvenlik Konseyi’nin üyeleri arasında kendine yer açmaya çalışıyor. Güvenlik Konseyi’nin mevcut yapısı, veto yetkisi olan 5 daimi üyeden ve BM Genel Kurulu’nda coğrafi gruplar temelinde yapılan oylamayla ikişer yıllık sürelerle seçilen 10 geçici üyeden oluşuyor. Başarılı olduğu takdirde, Türkiye uluslararası planda ‘üst lige’ atlayarak, kazanacağı merkezi konumla uluslararası gelişmeleri yönlendirme yeteneğine erişmeyi umut ediyor.
Bu mümkün mü? Sorunun kısa cevabı, maalesef hayır. Zira, Güvenlik Konseyi’nin yapısal bir dönüşümle genişletilmesi için BM Tüzüğü’nün değiştirilmesi, BM üyesi tüm ülkeleri içeren yıllar sürecek çetin müzakerelerin başarılı bir uzlaşmayla sonuçlanması gerekiyor. Üstelik, Almanya, Japonya, Hindistan, Brezilya, İtalya, Meksika, Endonezya, Güney Afrika gibi kimisi benzer beklentileri olan orta-ağır sıklet ülkelerin rekabeti mevcutken… Nitekim, 25 yıldır aralıklı olarak gündemi meşgul eden Güvenlik Konseyi’nin genişletilmesine yönelik BM reformu çalışmalarında kalıcı uzlaşma da hala sağlanabilmiş değil.
Türkiye, kuşkusuz bu geçmiş deneyimin farkında. Buna rağmen, BM Genel Kurulu’nun çoğunluğunu oluşturan az gelişmiş ülkelerin sözcülüğünü üstlendiği izlenimi vererek, “daha adil bir dünya” arayışını gündemde tutmasının, siyaseten bu arayışın fiilî liderliğini üstlenmesinin nedenleri acaba neler olabilir? Türkiye, “daha adil bir dünya düzeni” arayanların yönelecekleri doğal adres olabilir mi? Bu soruları ve cevaplarını aşağıda kısaca değerlendirmek istiyorum.
Türkiye yerkürenin neresinde duruyor?
Dünya haritasına ilk bakışta Avrupa, Asya ve Afrika’nın kesişme noktasındayız. Bu kıtaların çeşitli havzalarına kolayca erişim imkanına sahibiz. Bölgemizde önemli hidrokarbon kaynakları var. Enerji ve ulaştırma koridorlarının güzergahı üzerindeyiz. Genç, donanımlı ve dinamik nüfusumuz, faal bir ekonomimiz, gayretli girişimcilerimiz var. Afrika, uzak Asya ve Latin Amerika’ya açılım politikalarının desteklediği yakın bölgemiz ötesine erişim imkanlarını geçtiğimiz yıllarda tesis ettik. Türkiye’yi bir merkez ülke haline dönüştürmek için çok önemli altyapı yatırımları yaptık, bunlara yeni üniversiteleri ve tekno-parkları ekledik. Dış politikada yumuşak gücümüzü ve etkimizi artıracak arabuluculuk çalışmaları, kültürel diplomasi faaliyetleri yürüttük. Dış temsilciliklerimizin sayısı itibarıyla dünyada beşinci sıradayız. Dış ticaret hacmimizi kayda değer ölçüde artırmayı başardık.
Peki, çoğaltılabilecek bu olumlu örnekler Türkiye’yi yerkürenin merkezine yerleştirdi mi? Küresel güç eğilimlerimizin altını doldurabiliyor muyuz?
Korkarım, bu soruya da olumlu cevap vermemiz pek mümkün değil.
Çok değil, on yıl öncesine kadar gıptayla izlenen bir büyüme, gelişme, kalkınma örneği sergileyen Türkiye, dünyanın ilk 10 ekonomisi arasına girme hedefinin artık çok uzağına düştü. Küçük sıralama değişiklikleri olmakla birlikte, geçtiğimiz otuz yıllık sürede dünya ekonomileri arasında ortalama 16. sıradayken, son yıllarda birkaç basamak gerilemeyle 19. ya da 20. sıraya yerleştik. Bu bakışla, G-20’nin merkezinden uzaklaşmış, oluşumun dış çeperine tutunan bir ülke konumundayız.
Küresel salgından önce başlayarak yerleşen ekonomik durgunluk, belediyecilik ruhuyla büyümenin merkezine aldığımız inşaat sektörünün takatinin tükenmesiyle, kalkınma ve gelişme kapasitemizi zayıflattı. Nefesi kesilen ekonomik büyümenin yokluğunda, artan ve yaşlanan nüfusumuz, büyüyen sığınmacı yükümüz kişi başına düşen gelirimizi azalttı. İhracatımızın katma değeri düştü; yenilikçilikten uzaklaştık, yarı mamul malları işleyerek, ihraç eden bir ülke konumumuzu pekiştirdik. Ülke içinde ve dışında eleştiri toplayan temel hak ve özgürlükler, demokrasi ve hukuk devleti uygulamalarındaki çarpıklıkların artması bu sorunları daha da derinleştiriyor.
Geleneksel ortak ve müttefiklerimizle ilişkilerimizin izlediği inişli-çıkışlı seyir malum. Yeni ortaklarımıza ümit vaad ediyor, ancak ticaret yaparken uzun soluklu yatırım ilişkilerine giremiyoruz. Dış politikayı yürütürken giderek artan ölçüde yaslandığımız askeri gücümüzün sınırlarında dolaşıyoruz. Buna mukabil, yakın çevremizde derin yaralar alan komşuluk ilişkilerimizi onarma mecburiyetiyle karşılaşıyoruz. “Sorunun değil, çözümün parçası olma” düsturunu savunurken, bölgemizdeki tüm sorunların parçası haline geldik; şimdi bu çıkmazdan kurtulmanın yollarını arıyoruz. Kuzeydoğu Suriye’de dar bir alana sıkışan korumamız altındaki nüfusla birlikte üstlendiğimiz sığınmacı yükü 10 milyon kişi düzeyinde seyrediyor. Bu halimizle yerkürenin merkezinden dünyaya bakarken çevresine güven veren bir ülke görüntüsü sergiliyor muyuz?
Değişen dünya dengeleri Türkiye’yi nerede konumlandırıyor?
Osmanlı İmparatorluğu’nun son asırlarından bu yana, Türkiye’nin bölgesel güç niteliği değişmedi. 21. yüzyılın geride bıraktığımız dönemi aslında bu niteliği pekiştirdi: AB’ne tam üyelik sürecimizin tıkanmasıyla birlikte “bağımsız dış politika” söyleminin ardında gel-gitler içerisinde yeni arayışlara giren Türkiye giderek artan ölçüde kuşkuyla takip edilir, “öngörülmesi” zor bir ülkeye dönüştü. Bir hayli aşınsa da, tarihten gelen ortaklık ve ittifak bağlarımız elbette var; ancak bu bağlar paylaşılan ilkesel ortak değerlerden ziyade ihtiyaca dayalı al-ver ilişkilerine dayanır duruma geldi. Kabul etmeliyiz ki, bu tür ilişkilerin güvenilirliği ve sürdürülür niteliği bir hayli kuşkulu görünüyor.
Son yıllarda yakın çevremizde hiç de iç açıcı olmayan bir manzarayla karşılaşıyoruz: hemen yanıbaşımızdaki Suriye’de hava sahasının kontrolünü paylaşan Rusya ve ABD, bu ülkenin geleceği üzerinde bizim dahil olmadığımız pazarlıklar yürütüyor. Güvenlik kaygılarımızı besleyen Suriye ve Irak’ta sahadaki dengeleri değiştirme kapasitemizi büyük ölçüde yitirdik. ABD, İran politikası hakkında dahi bir komşu ülke olarak bizimle danışma ihtiyacını sınırlı tutuyor. Birkaç yıl önce çatışmanın kıyısına gelen bölgedeki tek dost ve sadık müttefikimiz Katar’ın Emiri’ni şimdilerde Suudi Arabistan ve BAE liderleri birlikte tatil fotoğrafları verirken izliyoruz. Libya, Mısır, Lübnan, Doğu Akdeniz ekseninde elde tutmaya çalıştığımız köşenin destek taşlarının altı boşalalı uzun zaman oldu.
Bu tabloda ciddi kaygı duymamız ve acil önlem almamız gereken bir yakın tehlike var: Suriye’nin kuzeyinde yerleşen cihatçı örgütlenmelerle birlikte sayısı milyonları bulan sığınmacıların gelecekte Türkiye’de bir ‘Pakistan sendromu’ yaratma ihtimali. Pakistan’ın Afganistan’la bağlantılı olarak kırk yılı aşkın süredir deneyimlediği bu durum, benzer bir felaketin hemen kapımızda beklediğini hatırlatıyor. Enerji güvenliğimizin ve Karadeniz dengelerinin Rusya’nın tutumuna bağlı kaldığını, Balkanlar’da AB’nin çekim alanını pekiştirdiğini, ABD’yle ilişkilerimizi istediğimiz dengeler üzerine oturtamadığımızı da bu bağlamda hatırlamakta yarar var.
Dünya genelindeki dengelere baktığımızda ise önümüzdeki onyılların küresel güç ve nüfuz dengelerinin daha çok doğuya kayacağını görüyoruz. Tüm dünyada her geçen gün daha da güçlenmekte olan Çin, ABD’nin başağrısı olmaya devam edeceği, Amerika’nın değişen dünya şartlarında esnek bir siyasi-güvenlik mimarisi kurma arayışlarını sürdüreceği anlaşılıyor. Bu mimarinin unsurları ve alanı Avrupa’da NATO/AB’ye, diğer bölgelerde ikili ve bölgesel ortaklıklara dayanacak. ABD, Putin yönetimindeki Rusya’yı yanına çekemese de, en azından karşısına almadan ilerlemek isteyecek. Mevcudiyeti her zaman hissedilse bile, Rusya’nın belirleyici gücü giderek azalacak. İstisnai özgül ağırlığı üzerinde yükselen Hindistan’ın Çin karşıtı tutumu hariç tutulursa, Asya’daki ülkeler yeniden dengelenme içinde kendilerine yer bulmaya ve ABD-Çin karşılaşmasında arada kalmamaya çalışacaklar. Bizim yakından izlemeyi ihmal ettiğimiz uzak Asya’daki gelişmeler bu tahmini doğrular yönde gelişiyor.
Bu gelişmeler önümüzdeki dönemde Türkiye olarak bizim de tercihlerimizi belirlemek zorunda kalacağımız bir noktaya gelmemize neden olabilir. Sonuçta özgül ağırlığından her geçen gün güç yitiren Türkiye’nin bölgesel birliktelikleri bir tarafa bırakıp, ortaklık ve ittifak bağlarımızdan uzaklaşarak farklı politikalar üretmeye çalışması mümkün ve gerçekçi olabilir mi sorusunu sormamız gerekiyor.
Türkiye’den dünyaya ‘doğru bakmak’ önem taşıyor
Adalet anlayışı görelidir, herkesin farklı tanımları olabilir. Tarih boyunca dünyanın evrensel adalet ilkeleri üzerine kurulmadığını biliyoruz. Uluslararası dengeler, ilkelerle temennilerin çıkarlar temelinde gerçeklikle uzlaştığı noktada kurulur. Bu dengeler değişime açıktır, bununla birlikte değişim ancak büyük çatışmaların üreteceği maliyet göze alınarak aniden; ya da, süreç içinde gelişen mutabakatla aşamalı biçimde gerçekleşir. Dünyanın göze almaktan kaçınacağı bir büyük savaşın istenmeyeceği açıkken, değişim için tek yolun sabırlı, zorlu ve değişkenliğe açık bir yeni mutabakatın olgunlaşmasına bağlı kalacağı herkesin ortak anlayışı olarak yerleşmiş durumunda.
Türkiye’nin sınırlı etki kapasitesini doğru tercihler yoluyla, yapıcı ve uzlaşmacı bir yöne sevk etmesi, kaynaklarını israftan kaçınarak bu amaçla kullanması en akılcı yol olarak önümüzde duruyor. Bu yolu izlerken, maceracı meydan okumalardan kaçınmamız, ekonomimizin kırılganlığını gidermenin yollarını aramamız, insan kaynaklarımızı iyi kullanmamız, demokrasi, insan hakları ve hesap verebilir hukuk devleti uygulamalarını güçlendirecek liberal-demokratik devlet anlayışını yerleştirmemiz önem taşıyor.
Sözün kısası, “daha adil bir dünya” arayışına çıkarken, adaletin ve refah devletinin örnek uygulamalarını önce kendi evimizde ortaya koyarak inandırıcılığımızı güçlendirmemiz, dünyaya ‘doğru bakmamızı’ ve isabetli değerlendirmeler yapmamızı sağlayacak yararlı bir araç olarak önümüzde duruyor.
Amerika’daki itibarımız, BM Zirvesine giden TC Cumhurbaşkanı’nin, Amerika’ya daha önceden giden Türk heyeti hariç hiçbir Amerikalı yetkili tarafından karşılanmamasından belli.
Büyük heyet olarak gidilen bu seyahatin tek icraatı yine bir inşaat projesinin kurdelesini kesmekle kaldı.
Daha adil bir yargi sistemi de mumkun
Naci Bey nezaketli,içten ve samimi ikazlı yorumunuzdan dolayı sizi kutluyorum.Ülkemiz için hayırlı ve güzel olanın gerçekleşmesi için duacıyız.
Umarız karar mevkindeki yöneticilerimiz sahici uyarılardan istifade ederler.
Bugünkü iktidarın dış politikasının, Osmanlı tarikiyle Bizans’tan beri süregelen gerçekçi Türk dış politikasıyla hiçbir ilgisi yok. Hatta, tam karşıtı. Başımızı büyük belalara sokan ve daha sokacak bir maceralar silsilesi.
Büyükelçimizin tespitlerine tamamen katılıyorum, hatta benim yapamayacağım kadar kibar bir üslupta yazılmış buluyorum.
Yazımın altında sizin gibi çok değer verdiğim bir hocamın yorumunu görmek mutluluk verici. Teşekkür ederim.
Bugünün dünyasında demokrasi, hukuk devleti, temel hak ve hürriyetler, basın ve ifade özgürlüğü temel unsurlardır.Türkiye maalesef bu alanlarda geriye gitmiş ve demokratik bir ülke vasfını çoktan kaybetmiştir. Hukuk devleti vasfını kazanmadan ülkemiz hiçbir alanda başarılı olamaz ve otoriter ülke yaftasından kurtulamaz. Unutulmamalıdır ki ülke içinde işlenen sayısız hukuk, hak ve adalet cinayetleri bizi geri bıraktırmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Ülkemizi bu hale getirenlere yazıklar olsun.
Tebrik ederim Naci bey. Çok doğru ve yerinde tespitler.. Kaleminize sağlık..
Dış politikamızdaki bu gel-gitler bizleri gerçekten yordu. Artık çizgimizi belirlemeli, sağlıklı bir dış politika uygulamasını hayata geçirmeliyiz.
Daha adil bir dünya iddiasıyla ortaya çıkacak en son ülkelerden biri Türkiye. Özgürlükleri bu kadar kısıtlayan, hukuku bu kadar tanımayan bir devletin dünyada adalet savunuculuğu yapması mümkün değildir. İnsanları güldürmeyelim.