You are currently viewing Dış politikada taze bir başlangıca ihtiyaç var

Dış politikada taze bir başlangıca ihtiyaç var

Türk dış politikası son zamanlarda hassaslaşan, kırılgan ve değişken dengelere yaslanmaya çalıştığı bir dönemden geçiyor. “Oyun kurucu” olma iddiasıyla çıktığımız yolda, başkalarının kurduğu “oyunun parçası” haline gelme gerçeğiyle yüzleşiyoruz. İçinde dolaştığımız mayın tarlası halindeki alanın haritasına sahip olduğumuzdan emin miyiz? Riskleri ve maliyetleri giderek yükselen dış politika hamlelerimizin kaçınılmaz sonuçlarına hazır mıyız? Kendimize fazlasıyla güvenen bir görüntü verirken, farkında olmaksızın statükonun değişmeyeceği yanılgısına girmiş olabilir miyiz? Bu konuda yeterince ve etraflıca tartışıyor muyuz? Bu soruların cevaplarını bölgemizin belirleyici iki aktörü ABD ve Rusya’yla ilişkilerimizin içinde dolaştığı labirente bakarak değerlendirmeye çalışacağım.

Türk-Amerikan ilişkilerinde önemli bir yol ayrımına geldik…

Israrlı girişimlerimizin ardından, G-20 Zirvesi’nin yapıldığı Roma’da 31 Ekim günü ABD Başkanı Biden’la dört buçuk ay sonra bir görüşme yapılmasını sağladık. Bu toplantının 14 Haziran’da NATO Zirvesi vesilesiyle Brüksel’de yapılan görüşmeden önemli farkları vardı: görüşme başbaşa yapılmadı; Dışişleri Bakanları ile istihbarat ve ulusal güvenlik sorumluları da görüşmeye katıldılar. Bu değişiklik, belli ki ABD’nin başbaşa görüşmeden kaçınma tercihine dayanıyor. Görüşme, ABD’nin Ankara’daki Büyükelçisini “istenmeyen kişi” ilan etmemize ramak kalan gereksiz bir tırmanmanın hemen ardından yapıldı. Görüşmenin sonunda, hazırlıklı görünen ABD yayınladığı yazılı açıklamayla ele alınan konuları hızlıca ilan etti. Bu metinde yer verilen unsurlar, bizim sözlü ve birbiriyle çelişen bir dizi açıklamamızla örtüşmüyor. Türkiye kamuoyundaki yanıltıcı tartışmaysa görüşmenin süresine odaklandı; çoğumuz içerikten uzaklaşarak, şekille ilgilenmeyi seçtik. 

ABD açıklamasında dikkat çekici üç unsur var: ilk olarak, artık “stratejik ortak” olarak nitelenmeyen Türkiye’nin konumunun, “önemli bir NATO müttefikiyle savunma ortaklığı”na indirgenmesi. Bu vurguya, “Rus S-400 füze sistemine sahip olmamızın yarattığı kaygılar” eşlik ediyor. Ortaklığından çıkarıldığımız F-35 uçakları programına değinilmiyor. Hava kuvvetlerimizi ayakta tutmak için planladığımız F-16 alımı talebimiz dahi açıklamaya dahil edilmiyor. İkinci olarak, Afganistan, Suriye, Libya, Doğu Akdeniz, Güney Kafkasya bölgelerindeki durumun liderler tarafından görüşüldüğü vurgusu dikkat çekiyor. Nihayet, “güçlü demokratik kurumların önemine, insan hakları ile barış ve refah için hukukun üstünlüğüne saygı duyulmasına” atıfla metin sona eriyor. Bizim sözlü açıklamalarımız sayesinde, ABD’nin değinmediği, “çok olumlu geçen görüşmede, gündemdeki konuların ele alınması için bir ortak mekanizma kurulması, yatırım ve ticaretin artırılması, F-16 alımı konusunda müştereken çalışılması” kararının alındığını öğreniyoruz. 

Esasa ilişkin bu yaklaşım farkını doğru okuyalım: eğer önemi varsa görüşmenin yapılmasının dışında, Türk-Amerikan ilişkilerinde kayda değer bir yenilik göze çarpmıyor. Ortada olumlu, üretken ve yenilenmiş bir zemin yok. Daha açık söylemek gerekirse, Türk-Amerikan ilişkileri önemli ve belirleyici olabilecek bir yol ayrımına gelmiş görünüyor. Aynı masanın etrafında otururken, kendimizi farklı dünyalara ait hissediyor, uyuşmayan değerlerimizi birbirimize kabul ettirmeye çalışıyor gibi bir görüntü veriyoruz. Sanki, istenmeyen, fakat önlenemeyen bir kopuş yaşanıyor. O halde, görüşmenin ABD tarafından niçin kabul edildiğini sormalıyız. Cevap basit: ABD, Türkiye’yle işbirliği yerine “angajman siyaseti”ni seçmiş görünüyor. Yani, hasımlar arasında yürütülen mesafeli bir ilişkiden bahsediyoruz.

Bu ilişkiden her iki taraf da memnun görünmüyor, fakat ilişkiyi koparmayı göze alamadıkları için temas kanalını açık tutmayı tercih ediyorlar. O halde hayale kapılmadan gerçekçi tahminlerde bulunmamız isabetli olabilir: F-35 programından dışlanmamıza ilaveten, ABD Kongresi’nin beklenen güçlü itirazı nedeniyle muhtemelen F-16 filolarımızı yenileme imkanından da mahrum kalacağız. Bunun olumsuz sonuçlarını bir süre sonra görmeye başlayacağız. ABD’nin serbest ticaret doktrininde ikili ticari ilişkilerin siyasi hedeflerle düzenlenmesi gibi bir anlayış yok; bu durumda, ticaret alanında bir gelişime beklememiz anlamsız. ABD’nin Suriye’ye yönelik yeni bir askeri harekata şiddetle karşı olduğunu da herhalde biliyoruz.

Yeri gelmişken soralım: tam üyelik hedefinden uzaklaştığımız AB’yle ilişkilerimiz farklı durumda mı? Hollanda Başbakanı Rütte’yle yapılan görüşmeden sonra Rütte bir basın açıklaması yaparak “Büyükelçi krizinde geri adım atmadıklarını” vurgulama gereğini hissetti. Alman Başbakanı Merkel de sorumlu liderlik örneği sergileyerek, muhalif rakibi ve müstakbel halefi Scholz’la birlikte geldi görüşmeye. Bunun önemli nedenlerinden birinin Türkiye’yle gelecekte yaşanabilecek yeni mülteci krizlerinin önünü alma gayreti olduğunu biliyoruz. Sözün özü, AB’nin Türkiye’yle ilişkileri de “angajman siyaseti”ne indirgenmiş durumda.

ABD’yle görüşmenin ardından önce “Doğu Akdeniz’in ne ABD’nin ne Türkiye’nin gündeminde olduğunu” söyledik, sonra “Doğu Akdeniz’deki gelişmelerin ele alındığını” açıkladık. Açıklanmayan önemli bir gelişmeyse, görüşmeden birkaç gün sonra ABD, İngiltere, Fransa, İtalya, İsrail, Mısır, Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin biraraya gelerek Güney Kıbrıs açıklarında bir askeri tatbikat düzenlemeleri oldu. “Nemesis” [1] adlı bu tatbikatta “teröristlerin eline geçen bir petrol platformunun kurtarılması” senaryosu da icra edildi. Tatbikat, Güney Kıbrıs tarafından daha önce Fransız TOTAL ve İtalyan ENİ şirketlerine petrol ve doğal gaz arama ruhsatı verilen bir alanda yapıldı. Bu geniş kapsamlı tatbikat, Türkiye’nin bölgesinde tamamen yalnızlaştığı, komşuları ve müttefikleri tarafından açıktan hedef alındığı gerçeğini göstermiyorsa, bize neyi anlatıyor olabilir? 

“Stratejik ortağımız” Rusya’yla içine girdiğimiz labirent…

Kendimize atfettiğimiz önem çerçevesinde, bir süre önce Rusya’yı “stratejik ortak” olarak niteledik. Ancak, hemen ardından bizzat Rus Dışişleri Bakanı Lavrov’un açıklamasıyla “Türkiye ve Rusya’nın stratejik ortak olmadıklarını” öğrendik. Zira, Rusya’nın nazarında, böylesi bir ilişkinin var olması için öncelikle Suriye topraklarını terk etmemiz, Ukrayna’ya İHA/SİHA satışı yaparak Rus çıkarlarına zarar vermekten vazgeçmemiz gerekiyor. Ardından başka talep ve beklentileri karşılamamız gerekeceğini de tahmin edebiliriz. 

TBMM’den Suriye ve Irak’a askeri harekata elveren iki yıl süreli bir tezkerenin kabulü sırasında “yabancı askeri unsurların Türkiye topraklarında konuşlanmalarına” izin verilmesi ifadesiyle kastedilenin “NATO ülkelerinin kuvvetleri” olabileceği Rusya’nın dikkatinden kaçmış olabilir mi? Sanmıyorum. Böylesi bir ortamda, kısmen Rusya’nın denetimindeki alanlarda, kısmen ABD’nin kontrolündeki bölgelerde faal YPG’ye karşı bir askeri harekata girişilebilmesi gerçekçi mi? Bu sorunun cevabı da, sanırım hayır. Rusya’nın YPG’yi barındırdığı bölgeleri Suriye yönetimine terk etmesi halinde girişilecek bir askeri harekatta Suriye (ve Rusya) kuvvetleriyle çatışmaya girmemizin kuvvetle muhtemel olacağını da öngörüyor olmalıyız.

Ukrayna’ya herhangi bir ihracat iznine tabi tutmadan sattığımız İHA/SİHA’ların Rus yanlısı milis kuvvetlerine zayiat verdirmesinden dolayı birkaç gün önce Rus Dışişleri Bakanı Lavrov’un güçlü ikazıyla karşılaştık. Bu itirazı geçiştirmemizin ikna edici olmadığını unutmamalıyız. Rusya’nın rahatsızlığının karşılığını Suriye’de almak için çok beklememiz gerekmeyebilir. İmal edemediğimiz İHA/SİHA motorlarını Ukrayna’dan satın alıyor olmamız, Rusya’yla ilişkilerimizin içinde dolaştığı bu labirentte gereksiz riskler yaratmıyor mu? Belki de, Rusya’yla ilişkilerimizin de hızla önemli bir yol ayrımına doğru ilerlediğini görmemizde yarar olabilir. 

Statüko yanılgısının sonuçları neler olabilir?

Hem Batı’yla hem Doğu’yla ilişkilerimizin aynı anda dolambaçlı bir labirente girmesinin nedeni, sanırım Türkiye’nin değerinin, öneminin ve etkisinin değişmeyeceğini varsayan bir  statüko yanılgısına dayanıyor. Bu tespit doğruysa, vahim bir hata yapıyor olabiliriz. Her ülke gibi Türkiye’nin özgül ağırlığı da muhataplarının nazarında zamana, mekana ve şartlara göre değişiklik gösterebilir. Bu değişimde bizim kararlarımız kadar, kontrolümüz dışına çıkan unsurlar da etkili olabilir. Fakat, görünen o ki, Türkiye’nin kendini içine sıkıştırmayı seçtiği, giderek daralan alan bizim tercihlerimizle yakında bağlantılı. İşin kötüsü bu gerçeği görmekten uzaklaşmayı, kendimizi varsayıma dayalı bir statükonun yanılgısına sürüklemeyi seçiyor olmamız. 

Başka deyişle, hem yanlış tercihlerimizi, hem yanılgılarımızı görmekten ısrarla kaçınıyoruz. Kendi kendimizi bununla avutmayı başarsak bile, değişmeyen önemli bir gerçek var: diğer tüm ülkeler bu zafiyeti görmekle yetinmiyor, fırsat buldukça zaaflarımızdan olabildiğince istifade etmeye çalışıyorlar. Bu durumun ağır ve telafisi zor sonuçlarını pek çok alanda yaşıyoruz. Korkarım, vahim sonuçlarla karşılaşabileceğimiz başkaca alanlar da yakında ortaya çıkabilir. Bu nedenle, dış politikada daha fazla zarara uğramadan taze bir başlangıç yapabilmek için en azından bu basit tespiti cesaretle ortaya koymamız önem taşıyor.


[1] Eski Yunan inancında kibrin etkisine kapılarak saygısız davranışa uygulanan ilahi cezanın ruhu. Affedilmez adalet olarak da nitelenen “nemesis”, bir ceza kavramını, adalet duygusunu veya bunların vücut bulduğu bir tanrıçayı nitelemek için kullanılmıştır. “Nemesis”, kibrin ve ölçüsüz kötülüğün karşılıksız kalmayacağı, er ya da geç cezalandırılacağı anlayışını temsil eder. 

This Post Has 3 Comments

  1. Halil Akıncı

    2011den beri dış politikada hem yöntem (başta devleti devlet hafızasını yoksayma dış politikanın yönünü içe çevirme ) hem de içerik(Suriye’de önce Süleyman Şahın sandukasını sırtlayıp kendi toprağımızdan kaçmak daha ,ypgye destek vermek sonra Suriye’yi işgale mecbur olmak vb)yapılabilecek her türlü hatayı yaptık.En kötüsü de itibar kaybına uğradık ve inanırlığımızı kaybettik.Bunları yaratan aynı kadroyla yeni bir başlangıç yapamayız.Yazboz tahtasını kullanmayan yeni bir kadro lazım.

  2. Mehmet Emin Erpolat

    Umarım, bu sağ duyulu yorumlarınızı, dış politikaya yön verenler de okumaktadır. İyiye gitmiyoruz.Yolun sonu felaket olmasın.

  3. Zafer Şahin

    Bunlar çok önemli tespitler. Dış politikada geldiğimiz noktayı çok net bir şekilde ortaya koymuşsunuz Naci Bey. Umarım yöneticilerimiz arasında da yazılarınızı okuyanlar oluyordur.

Bir yanıt yazın