Dışişleri’ne girdiğim dönemde iki yıl süreyle Orta Doğu Dairesinde görev yaptım. 1979’daki İsrail-Mısır barışından sonra güneyde Sina’dan askerlerini çeken İsrail, bu defa kuzey sınırına yakın yerleşim birimlerini saldırılardan koruma gerekçesiyle Lübnan’ın güneyini işgale başlamıştı. Neredeyse her gün İsrail’in Lübnan’ı bombaladığına ilişkin haberler duyuluyordu. Bu saldırılar daha sonra güney Lübnan’ın işgaliyle ve İsrail’e yardımcı olan milis güçlerinin eliyle mülteci kamplarında işlenen katliamlarla sonuçlandı. Bugün olduğu gibi o tarihlerde de Filistin meselesi Türkiye için hassas bir konuydu. İsrail’in saldırıları en üst perdeden açıklamalarla kınanır, 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda Kudüs’ün işgalinin ardından kurulan İslam Konferansı Örgütü’nün Filistin davasına sahip çıkması konusunda ülkemiz ilkeli bir tutum ve öncü rol üstlenirdi.
Orta Doğu Dairesindeyken 1983’te bir ay süreyle Tel Aviv Büyükelçiliğimizde geçici maslahatgüzar olarak bulundum. İsrail küçük bir ülke; bu görevim vesilesiyle Filistin davasına konu olan bölgeleri görme imkânı buldum. Tel Aviv’deki görevim Filistin sorununu daha iyi anlamama da vesile oldu. Kendi vatandaşlarının hayat düzeyini yükselten İsrail’in, işgal altında tuttuğu Filistinlilere nasıl acımasız bir baskı uyguladığını Tel Aviv’de geçirdiğim dönemde birinci elden gözlemlemiş oldum.
Filistin: Vatansız bırakılan millet
Filistin tarihi Filistin halkının kendi topraklarında nasıl vatansız kaldığının hazin öyküsüdür. Osmanlı döneminde Filistinlilerin yurdu olan bu topraklar Osmanlı İmparatorluğu’nun son bulmasının ve Orta Doğu’nun Batılı güçlerin geçici yönetimlerine geçmesinin ardından sahipsiz kalmıştır. Başlangıçta İngiltere itiraz etse de, dünyanın dört bir yanından Filistin’e başlatılan Yahudi göçleriyle birlikte bölgedeki nüfus dağılımı değiştirilmiş, Yahudi çetelerin Filistinlilere uyguladığı terör bölgede uzun süre hayatı felce uğratmıştır. Musevi hareketinin Siyonist kolu, Osmanlı döneminde gerçekleştiremediği hayallerini Batılı güçleri de arkasına alarak 1948’de ilk Arap-İsrail Savaşı’nın patlamasına neden olan Filistin toprakları üzerinde sınırlı bir devlet kurarak hayata geçirmiştir.
Türkiye, taksimin kaçınılmaz hale geldiğini göz önüne alarak ve iki devletin Filistin topraklarında eşzamanlı şekilde kurulacakları anlayışıyla, bu BM kararını ve İsrail Devleti’nin kuruluşunu desteklemiştir. Bu karar, Araplar tarafından ayrıca tartışılabilecek nedenlerle tanınmamış ve yeni kurulan İsrail Devleti’ne savaş açılmıştır. Bu savaş, İsrail Devleti’nin güçlenmesiyle ve birleşik Arap kuvvetlerinin yenilgisiyle sonuçlanmıştır.
1948 sonrası dönem, İsrail’in işgalci ve yayılmacı politikalarının, ayrıca kendi topraklarında Filistinlilere uyguladıkları zulmün de tarihidir. Üstelik İsrail, bu yayılmacılığı ve zulmü, kuruluşu aşamasında maruz kaldığı birleşik Arap kuvvetlerinin saldırısına yaslanarak, mazur ve meşru göstermeye yönelmiştir. Yine birleşik Arap kuvvetlerinin taarruzuyla 1967 ve 1973 yıllarında yaşanan savaşlar sonucunda topraklarını genişleten İsrail aradan geçen 70 yıl içinde bölgenin hakimi haline gelebilmiştir.Filistin davasının dayandığı zemin tartışmasız haklı ve meşrudur. Bununla birlikte İsrail, Arap ülkelerinin Yahudi devletini haritadan silmeyi amaçladığını söyleyerek -İkinci Dünya Savaşı sırasında Musevilerin Avrupa’da uğradığı soykırımı da hatırlatmak suretiyle- bir ‘haklı varoluş mücadelesi’ verdiği iddiasını ileri sürebilmiştir. İşte bu nedenlerle, bugüne kadar geçen süre içinde, Birleşmiş Milletler’in sayısız kınama ve işgal ettiği topraklardan çekilmesini talep eden kararlarına rağmen İsrail, geri adım atmamakta direnebilmiş, işgale ve zulme devam etmiş, gizlice nükleer silah edinmesini mazur gösterebilecek bir meşruiyet zemini yaratmaya çalışmıştır.
Türkiye, kuruluşundan itibaren İsrail Devleti’ni ilk tanıyan ülkeler arasında olmasına rağmen İsrail’le ikili diplomatik ilişkilerini bilinçli bir tercih kullanarak çoğu kez Büyükelçi düzeyinin altında tutmuş, tutarlı şekilde, BM’de Filistin davasının meşru gerekçelerini her zaman güçlü biçimde savunmayı sürdürmüştür.
Türkiye’nin Filistin davasına yönelik duruşu ve tutumunu tarih haklı çıkarmıştır. Kurulduğu tarihten itibaren İsrail ile diplomatik ilişki içinde olmamız, Filistinlilerin haklarının savunulmasında zaman zaman arabulucu rolü üstlenmemizi de sağlamıştır. Filistin halkı ve yönetimi, bu ince farkın ayırdına varmış; Türkiye’nin konumunu önemsemiş ve sıkıntılı dönemlerinde bizi sığınılacak bir liman olarak görmüştür.
‘BM kararları uygulansın’ diyen ülkelerin sesi artık duyulmuyor
Son yıllarda uluslararası ilişkilerdeki gelişmeler maalesef Filistinlilerin dramını derinleştiriyor. Bugüne kadar yalnız İslam ülkeleri değil, Batı blokunun da neredeyse tamamı tarafından desteklenen, BM’nin yıllar önce aldığı, “İsrail’in 1967 sınırlarına dönmesi ve başkenti Doğu Kudüs olan Filistin devleti kurulması” kararına destek ifadeleri artık duyulmuyor. İsrail Filistin topraklarındaki işgal/genişleme politikalarını uygulamaya aralıksız devam ederken, Filistinli aileleri yerlerinden ediyor, işgal edilen topraklara da yeni nüfus yerleştirme politikasını sürdürüyor.
Filistin davasını yürütmek önümüzdeki dönemde daha da zorlaşacak gibi görünüyor. Filistinlilerin iki önemli örgütünden Hamas’ın başta ABD olmak üzere birçok Batılı ülke tarafından terör örgütü muamelesi görmesi Filistin’in haklı davasının anlatımını zorlaştırıyor. Bu örgütü Batı kamuoyu nezdinde şeytanlaştırma propagandası yapan İsrail’in hedefine ulaştığı görülüyor. Bu durum özellikle Gazze’deki Filistinlilerin hayatlarını güçleştiriyor.
Dünya ülkeleri, BM’in çok açık kararları çerçevesinde Doğu Kudüs’ü Filistin’in toprağı olarak kabul ederken Trump döneminde ABD’nin oldu-bittiyle Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması ve bu ülkedeki Büyükelçiliğini Kudüs’e taşıması, “İbrahimi Anlaşmaları”nın altyapısını hazırlamıştır. ABD’den sonra büyükelçiliğini Kudüs’e taşıma kararı alan ülke sayısı da artmıştır. Son olarak geçtiğimiz ay içinde, bu ülke tarafından tanınma konusunda destek sözü aldığı anlaşılan, özel ilişkilerimiz olan Kosova’nın da bu yönde bir karar alması bu konuda yaşanan zemin kaybını ortaya koymaktadır.
Doğu Akdeniz’de alanı boş bıraktığımız süre içinde ülkemize karşı yeni gruplar kurmaya çalışan, başta Mısır olmak üzere bazı Arap ülkeleri İsrail ile ilişkilerini de geliştirme yönünde adımlar atmaya başladılar. Mısır ve Ürdün zaten İsrail ile diplomatik ilişki kurmuştu. Bugüne kadar ülkelerinin isimlerinin İsrail ile birlikte anılmasına bile müsamaha gösteremeyecek Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Sudan, Osman, Bahreyn, Sudan ve Katar gibi ülkeler de sıraya girip İsrail’in dostu oldular. Önceleri İsrail zulmüne karşı koyacak güçleri olmasa da, Batı Şeria ve Gazze’de bir saldırı olduğunda hiç değilse kınama yayınlayan bu ülkeler artık bunu bile yapmaktan kaçınır oldular. Gelinen aşamada Türkiye, bağımsız davranma iradesini koruyabilen az sayıda müslüman ülke arasında yer alıyor…
İsrail her Ramazan’da olduğu gibi bu Ramazan’da da geleneğini bozmadı ve Kudüs ve Gazze’deki Filistinlilere saldırdı. Çoğu çocuk olmak üzere, yine çok sayıda ölen ve yaralanan var. Son seçimlerde aradığını bulamayan Netanyahu muhtemelen yakın zamanda tekrarlanacak olan seçimler için güç kazanabilmeyi umarak başlattığı savaşın şiddetini her geçen gün artırıyor. Ne var ki, geçtiğimiz yıllardan farklı olarak Filistinlilerin haklı davasına sahip çıkacak ülke sayısı maalesef şimdi daha az.
Türkiye’nin önümüzdeki dönemde bölgesindeki yalnızlıktan kurtularak, güç kazanmasından ve konumunu güçlendirerek, yalnız kalma pahasına da olsa, Filistin halkına kol kanat germesinden başka seçenek kalmıyor…
Tevrat Tesniye Bap 1 “Musa dedi ki; …..Amorilerin dağlığına, ona yakın Arabada, Şefalada,ve Cenupta ve deniz kenarında tüm yerlere, büyük ırmağa, Fırat Irmağına kadar Kenanlılar diyarına ve Libnan’a (orj.ifade) girin. Rabbin and ettiği diyarı kendinize mülk edinin”. Ortodoks Yahudi politikaların hakim olduğu İsrail için hedef belirlenmiş ve nettir. Bu hedef Filistin, Lübnan, Suriye, Irak, İran, Türkiye için tehlike oluşturmaktadır. Bu tehlikenin başlangıç sınırı ve bu ülkeler için kırmızı çizgi olması gereken yer Filistin ve Suriye sınırlarıdır. Bu nedenle Filistin veya Suriye’nin güçlü olması Türkiye’nin de güçlü olmasıdır. Ortadoğudaki savaşlar ve çöküş, bir mermi atmadan, İsrail’in gücüne güç katmış ve ortadoğu Siyonizmin oyun alanına dönmüştür. Düşünelim ki, Suriye güçlü ve Lübnan’da iken, İsrail bunları yapabilirmiydi. Hizbullah Lübnan’da İsraili durudurmadımı. Şimdi bu güçler, diğer müslüman güçlerle Suriye’de savaş içerisindedir. İsrail karşıtı güçlerin; askeri, ekonomik ve siyasi güçlerini birbirlerine karşı kullanmaları bu günkü İsrail zulmünü kolaylaştırmaktadır. Şimdi, Suriye’de teröristlere silah verip savaştıranların İsrailin gerçekte karşıtımı yoksa (pratikte görülen) yandaşımı olduğu irdelenmelidir. Arap ülkeleri Filistin davasını unutmuş durumda. Onları konuya dahil edebilmek yine Türkiye’nin vicdanlı insanlarına düşmektedir. İktidarın çok akıllı ve uzun vadeli; önce ülke menfaati yaklaşımıyla ortadoğudaki tüm güçlerle ilişkilerini gözden geçirmek ve doğru politikalarla çözüm üretmek zorunluluğu vardır. Kırmızı çizgimizi canlı tutmak ve gerisinde kalan tüm güçlerle sağlam ilişkiler geliştirmek önemlidir. İsraili caydıracak ikinci güç ise müslüman ülkelerle oluşturabileceğimiz bu potansiyele dayanarak, yine İsrail’le kontrollü, sağlıklı, tutarlı ilişkileri devam ettirmek olacaktır.
Hamas da böylece Netanyahu’nun değirmenine su taşıyor.