Joseph Biden’ın geçen yıl Kasım ayı başında ABD Başkanı seçilmesinin ardından bir yıl, göreve başlamasından bu yana 9 ay geçti. Bu süre içinde Türk-Amerikan ilişkileri önemli dönüşümler yaşadı. Önceki ABD Başkanı Donald Trump’un giderayak halefine miras bıraktığı S-400 alımına bağlı CAATSA yaptırımları önemli bir sorun olmaya devam ediyor. Biden, 24 Nisan 2021 tarihinde 1915 Olayları’nı “soykırım” olarak tanımlayan ilk ABD Başkanı olarak tarihe geçti. Görünen o ki, bu kararla, Ermeni iddiaları konusunda ABD’de federal düzeyde geçilen psikolojik eşiğin olumsuz etkilerini yaşamaya başlayacağız.
Biden’ın görevdeki ilk yılında F-35 uçaklarının üretim ortaklığından çıkarıldık. ABD’nin Afganistan’dan hızla çekilme kararından NATO müttefikleri ve bölge ülkeleri gibi biz de etkilendik; yaşanan kargaşanın ardından Kabil havalimanının işletme ve güvenliğini üstlenme girişimimiz ortada kaldı. Diğer taraftan, Türkiye’ye yönelen Afgan sığınmacı göçünün artması hanemize yazıldı. Aynı dönemde, ABD-Yunanistan ilişkileri yakınlaşmaya sahne olurken, Doğu Akdeniz’de ABD askeri varlığını göstermeye başladı. Suriye’deki kuvvetlerini azaltmasına rağmen, ABD’nin buradan tamamen çekilme niyeti olmadığı yine bu dönemde ortaya çıktı.
Bu gelişmeler, ABD’nin Türkiye’yle ilişkilerini sınırlandırma, soğutma, işbirliğinden uzaklaşarak zorunlu hallerle sınırlı bir al-ver ilişkisine indirgeme iradesini ortaya koyuyor. Verilen mesajlar, yanlış anlamaya meydan vermeyecek ölçüde açık bir tutumu gösteriyor. Üstelik ABD, bu tutumunu Avrupa Birliği’yle danışma, eşgüdüm ve işbirliği halinde sergiliyor. Batı dünyasıyla ilişkilerimize baktığımızda, yakın geçmişte BM Güvenlik Konseyi’nin geçici üyesi olan Türkiye’nin saygın, sözüne itibar edilen ve nüfuz sahibi konumunun epeyi uzağına düştüğü görünüyor.
Bu haftaki yazımda, değersizleşmenin ötesinde tehlikeli sonuçlar üretmeye aday bir politikasızlık sarmalına girerek yalpalamaya başlayan dış ilişkilerimizin, kanıksadığımız yalnızlık halimizin küresel güç olma iddiamıza vurduğu son darbeyi, Aralık ayında yapılacak Küresel Demokrasi Zirvesi’nden dışlanmamızı tartışacağım.
Dış politikada kendimize nasıl bir yön çiziyoruz?
Atlantik ve Pasifik bölgelerindeki ittifak ve ortaklıklarını tazelemeye, Rusya’yla işlerliği olan bir angajman ilişkisi kurmaya, bu suretle Çin’i frenlemeye yönelen Biden Yönetiminin yıl sonundan önce bir Küresel Demokrasi Zirvesi düzenleme yönünde planları olduğunu duyuyorduk. Bu planın uygulama aşamasına geçtiğini anlıyoruz. Buna göre, zirve toplantısının 9-10 Aralık’ta çevrimiçi düzenlenmesi bekleniyor. Çok sayıda davetli ülke arasında Türkiye maalesef yok.
Geçen hafta sonundan bu tarafa kamuoyuna yansıyan bilgilere göre, 107 ülke zirveye katılmaya davet edildiler. Bazılarının yerini dünya haritasında bulmakta epeyce zorlanacağınız, aralarında ada devletlerinin de bulunduğu Afrika’dan 17, Asya-Pasifik bölgesinden 21, Avrupa’dan 37, Ortadoğu-Kuzey Afrika bölgesinden 2, Güney Asya’dan 4, Amerika kıtası ve Karayip bölgesini içine alan Batı Yarıküre’den 26 ülke zirveye davet edildiler.
Zirve toplantısının açıklanmış üç ana başlığı var; tartışmalar bu başlıklar altında yapılacak. Ana başlıkları sıralayalım: otoriterliğe karşı savunma, yolsuzlukla mücadele, insan haklarını güçlendirme. Bu başlıklar bile, zirveye katılımın çağdaş değerlerin özümsenmesi, korunması ve savunulması bakımından ne denli önemli olduğunu yeterince ortaya koymuyor mu?
Bölgemize baktığımızda, Yunanistan ve Bulgaristan, Irak, Ermenistan, Gürcistan ile İsrail davetliler arasında. GKRY, Moldova, Romanya ve Ukrayna da davet edilenler listesinde. Davetli olmayan NATO üyesi iki ülke Türkiye ve Macaristan’dan ibaret. Rusya, Çin, Belarus ve Azerbaycan davetli listesinde değiller; tıpkı ABD’nin Orta Doğu’da yakın güvenlik ilişkileri kurduğu Arap ülkelerinin ya da Sırbistan, Bosna Hersek ve Kosova’nın davetli olmadıkları gibi.
Önde gelen insan hakları ve sivil toplum kuruluşları da zirveye katılacaklar. Bu kuruluşlar açıklamalarında örneğin Hindistan ve Filipinler gibi demokrasisi kusurlu ülkelerin davet edilmelerinin tutarsızlığına işaret ettiler. Doğrusu, bu eleştirilerde haklılık payı var. Demek ki, belirleyici unsur sadece genel kabul gören, işleyen demokratik standartlar değil. Çin gibi bir yükselen gücü Asya’da dengeleme kaygısını yansıtan stratejik ve jeopolitik hesaplar bu ülkelerin zirveden dışlanmasına engel olmuşa benziyor. Bu doğruysa, vaziyet Türkiye için daha vahim hale geliyor. Zira ne demokrasi düzeyimizin, ne çok güvendiğimiz jeopolitiğimizin zirveye davet edilmemizi sağlayacak ölçüde önemli görülmediği sonucuna varabiliyoruz.
O halde, açıkça söyleyelim: AB kriterlerinin yerine “Ankara kriterleri”ni koyarak başladığımız yolculukta, demokrasilerin ayırt edici özelliği olan temel hak ve özgürlükler, hukuk devleti uygulamaları ve yargı bağımsızlığı alanlarında paraşütsüz düşüşün zemine çakıldığı yer bu kere yapılacak Demokrasi Zirvesi olabilir. Galiba, tatsız bir gerçekliğin soğuk yüzüyle burada karşılaşıyoruz.
Zirve hakkındaki haberlerden davetli listesinin değişime açık olabileceğini anlıyoruz. Bu, Türkiye için iyi haber olabilir mi? Yeterince güçlü, kararlı ve ısrarlı girişimler yaparsak, sonradan da olsa Zirve’ye davet edilmemizi sağlayabilir miyiz? İlk listenin dışında bırakıldığımızı dünya âlem bilirken, sonradan davet edilmemiz bir başarıya işaret eder mi? Girişimlerimiz dış dünyadaki itibar kaybımızı telafi etmekte yeterli olur mu? Bu konular üzerinde tartışmadığımıza göre, hiç değilse kendi kendimize düşünmemizde yarar olabilir.
Bu Zirve, yıl sonu piyango çekilişinin büyük ikramiyesinin dağıtım töreni değil. Dolayısıyla, sürprizler içermiyor. Bu durumda, davetli listesine son şekli verilmeden önce iyice düşünüldüğünü, katılacak ülkelerle ön görüşmeler yapıldığını, mutabakat zemininde hareket edildiğini varsayabiliriz. Davetli ülkelerin hükümetleri bir sabah uyandıklarında kapılarında bırakılan davetiyeleri bulduklarını düşünebilir miyiz? O halde, bir sürpriz etkisinden söz edeceksek, bu ancak Zirve’ye davet edilmeyenler için geçerli olabilir.
Bu tatsız hal karşısında tepki vermek zorunda kalacağımız açıksa, ne yapmalıyız? Bazısını önemsemediğimiz, kimilerine yıllardır insani ve kalkınma yardımı yaptığımız pek çok ülkenin arasında yer bulamayışımızın izahı ne olabilir? Dışlanmamızın yarattığı itibar kaybına ilaveten, ülkemizin yumuşak gücünün aşınmasını görmezden gelebilir miyiz? Umursamaz davranmayı seçip, bu konuyu sessizce omuz silkerek geçiştirebilir miyiz?
Elbette bunları yapabilir, kendimizi avutabiliriz. Fakat değişmeyen gerçek, bir odanın içindeki fil misali ortada duruyor: mutfağında, masasında ve sahasında olmadığımız bir demokrasi zirvesinin Türkiye bakımından yarattığı zemin kaybını çaresizlikle izlemek zorunda kalabiliriz. Demokrasi zirvesinden dışlanmamızın haliyle başka sonuçları da olacak: örneğin, “demokrasi açığı”na bağlı gerekçelerle dış kaynaklı sermaye ve yatırımlar olumsuz etkilenecek. Ekonomimizi etkilemeye aday bu durumu hepten gözardı edebilir miyiz?
Uzun zamandır dikkat çekmeye çalıştığım yalın bir gerçekliğin altını yeniden çizelim: önümüzdeki yılların saflaşması ‘demokrasi bloku’ ile ‘otoriter blok’ arasındaki cepheleşme üzerine inşa edilecek. Türkiye, ortaklaşan değerler üzerine inşa edilen bu eksende tercihlerini ortaya koyarken, attığı her adımda ait olduğu ‘demokrasi bloku’ndan giderek uzaklaşıyor. Rastlantılara yer olmayan bu alanda ısrarlı ve yanlış tercihlerimizin kaçınılmaz sonuçlarını yaşıyoruz. Kabul edelim ya da etmeyelim, ‘demokrasinin hayaleti’ üzerimizde dolaşıyor. Aynen “Minerva’nın baykuşunun alacakaranlıkta uçtuğu”[1] gibi. 20. yüzyılın üzerinde çok tartışmalı Alman kuramcısı Carl Schmitt’in siyaseti “dost ve düşman arasındaki mücadele”ye indirgeyen, ötekileştirici ve kutuplaştırıcı yönüyle popülist-otoriter siyasete ilham veren yaklaşımından dış politikada kurtulabilecek miyiz?
Basitçe soralım: nereye gitmek istediğimizi biliyor muyuz?
Önümüzde uzanan patikaya bakarken…
Üzerinde ilerlediğimiz dış politika patikasına —artan yüksek maliyetlerine rağmen— bağımlı hale geldiğimizi daha önceki yazılarımda vurgulamıştım. Şimdi, son gelişmeler, patika bağımlılığımızın sonuçlarını daha da belirgin bir şekilde gösteriyor. İşin kötüsü, önümüzde uzanan patikaya baktığımızda, belirsizlik sisiyle örtüldüğünü görüyoruz. Yani, patikanın sonunun nereye uzandığını bilmiyor, ancak tahmin edebiliyoruz. Böylesi şartlarda, artık ilerlemek bir yana, geriye kaymaya başlamış da olabiliriz. Galiba, ‘demokrasi bloku’ndan dışlandığımızı apaçık anlatan Küresel Demokrasi Zirvesi bu durumu ortaya koyuyor.
Bir başka soruyla yazıyı bitirelim: Bugün yeniden aday olsak, Türkiye’nin mevcut şartlarda BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine seçilebileceğini düşünen var mı? Buna vereceğimiz cevap dış politika patikamızın sonundaki saklı tehlikelere işaret ediyor olabilir…
————————
[1] Bilgelik Tanrıçası Minerva’nın (Athena) hikmetinin sembolü baykuştur. Alman filozof Hegel’in “Hukuk Felsefesi” (“Grundlinien der Philosophie des Rechts”) adlı eserindeki mecazi anlatımıyla, Minerva’nın baykuşu gün bitiminde karanlıkta uçmaya başladığında hikmetiyle karanlığı aydınlatır. Böylece, “olayların anlamı ancak geride bırakıldıklarında” (günün bitiminden sonra) anlaşılabilir.
Elinize sağlık. 2008’den yani BMGK’ya seçildiğimiz günden bu yana ne çok şey değişti insan inanmakta güçlük çekiyor. Üzücü.
Demokrasi Zirvesine davet edilmeyişimiz demokrasimizin kusurlu olduğunu gösteriyor.Türkiye’de hukuk devletinin,temel hak ve hürriyetlerin,yargı bağımsızlığının ve tarafsızlığının,basın özgürlüğünün var olduğunu herhalde kimse söyleyemez.
Ülkemize yazık oldu.
Bakalım daha neler göreceğiz. Siyaset alanında olduğu gibi ekonomide de uçuruma doğru gidiyoruz. Eskiden “bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete” derlerdi. Halimiz tam olarak bu. Kendimi roller coaster’da hissediyorum.
Listenin kesin olmadığını biliyorum. Ama dediğiniz gibi, bu haliyle demokrasiyle falan alakası yok. Ermenistan var, Azerbaycan yok.Polonya var, Macaristan yok. Tam bir yüzkarası. Ayrım bizden olanlar ve olmayanlar diye yapılmış