Eski zamanlarda televizyon yoktu; radyoda “arkası yarın” programı ailece bizi radyo başına çekerdi. Akşamları haber öncesinde sürükleyici bir oyunu dinlerdik. Oyunun en heyecanlı noktasında ise programa ara verilir, heyecanımızı gidermek için bir gün beklemek zorunda kalırdık. Şimdi de farklı kanallarda onlarca dizi yayınlanıyor, bu diziler milyonları ekran karşısına çekiyor. Ama son zamanlarda bir mafya liderinin kendi ifadesiyle, “bir tripod bir kamerayla” ülke dışından yaptığı yayınlar bu sürükleyici dizilerden de daha fazla sayıda izleyici topluyor. İnsanlar “arkası yarın” programı izler gibi, tefrika halinde yayınlanan bu videoları izler oldular. Her bir yayınından sonra da çok sayıda yorumcu, verilen mesajları uzun uzadıya değerlendiriyor.
Türkiye’de yaşadığı dönemde yönetimle yakın ilişkiler içinde bulunduğu bilinen, bir zamanlar ortak bildiri yayınlayan akademisyenleri “oluk oluk kan akıtıp kan banyosu yaptırmak”la tehdit eden bu suç örgütü hakkında, hatırlarsınız, o zamanlar hiçbir soruşturma açılmamıştı. Şimdi bu grup hükümetin bazı ileri gelenlerini yurtdışından hedef almış görünüyor. Grubun tanınmış liderinin ağır suçlamalarına başta içişleri bakanı olmak üzere, bazı yöneticilerimiz da oldukça sert sözlerle karşılık veriyorlar. Devletin mafyayı muhatap alarak laf yetiştirmesi yetmiyormuş gibi, şimdi bir de başka bir suç örgütü lideri kendini hükümet yanında konumlandırdı ve İçişleri Bakanının savunmasına katkı sağlamaya başladı.
Koskoca devletin basın önünde böyle bir kişiyle bu türden bir tartışma içine girmiş olmasının talihsiz bir gelişme olduğu konusunda sanırım herkes aynı düşüncededir. Bir suç örgütü liderinin devleti tehdit ederek bundan bir netice alması kuşkusuz mümkün değildir. Geçmişte ses çıkarılmamış olsa dahi, devletimizin bundan sonra bu yapılanmaya müsamahakar bakmaması gerekir. Ama bunu yaparken bir başka mafya grubundan destek alıyor görünümü vermesi nasıl izah edilebilir, bunu anlamamız, daha da önemlisi bunu başkalarına anlatabilmemiz de mümkün değildir.
Bu video savaşlarını yakından izlememekle birlikte, gelişmelerin dış boyutunu, ülkemiz dışında bu tartışmaların nasıl yorumlandığını gördükçe üzülüyorum. Demokrasilerde yönetimlerin hukuk dışı oluşumlarla bu tür ilişkilere girmesi, bu tür grupların “hukuk dışı söylemleri”ni saklamaya gerek duymadan, yaptıkları kanunsuzlukları pervasızca dile getirmeleri pek alışılagelmiş şeyler değildir. Bizim siyasi tarihimizde de mafyanın devlet görevlilerini karşısına alarak bu açıklıkta bir meydan okumayla ortaya çıktığı durumlar olduğunu şahsen ben hatırlamıyorum. Bu nedenle bu gelişmeler içeride olduğu kadar dışarıda da bize zarar veriyor, itibarımız her geçen gün daha da zedeleniyor.
Ülkenizde işler iyi gittiğinde diplomatlarınız da mutlu olur. Çünkü yabancılarla bir araya geldiğinizde ülkenizden anlatacağınız güzel konular bulabilirsiniz. Ekonominiz gelişiyorsa, dünyadaki gidişata ayak uydurabiliyor, insanlık için siz de bir şeyler yapabiliyorsanız bu sizi yabancılar nezdinde de güçlü kılar. Bunun için demokrasinizin sorunsuz olması, insan hakları, hukukun üstünlüğü gibi temel prensiplerde insanınızın yönetimine güvenmesi gerekir. Buna ek olarak bir de, demokratik bloktaki diğer ülkelerin ilgilendiği çevre ve iklim değişikliği gibi konularla da ilgilenmeye başladıysanız medeni ülkelerin liginde olduğunuzu daha iyi hissedersiniz.
Biz 2000’li yılların başında bu lige çıkacak bir ülke görüntüsü vermeye başlamıştık. Ülkemizi yurtdışında temsil eden diplomatlar olarak bizler de mesleğimizi daha bir güvenle ve gururla yapıyorduk o yıllarda. Özel sohbetlerimizde çok sayıda yabancı meslektaşımın “Türkiye’deki bu mucizeyi nasıl gerçekleştirdiğimize” ilişkin sorularını cevaplarken duyduğum hazzı bugün de unutamıyorum. Orta Doğulu komşularımız için müslüman, ama çağdaş bir model ülke görüntüsü veriyor, Batılı dostlarımız için de Orta Doğu ile Batı arasında güçlü bir köprü olarak değerlendiriliyorduk.
Sonra rüyamızdan uyandık; eski günlere dönmeye başladık. Ekonomik kalkınma ve reformlarda geriye gidiş yaşadık; mikro ve makro ekonomik göstergelerde, tarihimizde görmediğimiz bir baş aşağı gidiş görmeye başladık. 2000’li yılların başında hep birlikte zenginleşirken, bir anda elimizde avucumuzdakini kaybetmeye, yoksullaşmaya başladık. İşsizlerimizin sayısı arttı, ulusal paramızın değeri düştü, bunların sonucu olarak da iki yakamızı bir araya getiremez duruma geldik. Sonra bir baktık ki, yaklaşık beş yıl içinde kişi başına düşen milli gelirimiz 12 bin Dolardan 8 bin Dolara düşmüş.
İşin kötüsü, ekonomimizle birlikte son dönemde kalkınmışlıkta önemli göstergeler olarak kabul edilen insan hakları, ifade özgürlüğü, hukukun üstünlüğü gibi evrensel gelişmişlik kriterlerinde de hızlı bir irtifa kaybı yaşanmaya başladı. Mesleğimin Cenevre’deki son yılları maalesef bu döneme denk geldi. BM’in İnsan Hakları Konseyi toplantılarında yalnız Batılı dostlarımız değil, bir zamanlar bizi model olarak gören güneydeki komşularımız bile bizim insan hakları uygulamalarımızı eleştirmede bir birleriyle yarış içerisine girdiler. Çok yakın sosyal ilişkiler içinde olduğumuz yabancı meslektaşlarımın kürsüye çıktıklarında, başkentlerinden aldıkları talimatlar uyarınca, ülkemizdeki insan hakları ihlallerini gündeme getirip kınama konuşmaları yapmaları hepimiz için üzücüydü. O tarihlerde zamanımızın büyük bölümü bu yöndeki eleştirileri cevaplamayla geçiyordu maalesef. Bugünkü durumun da o günlerden pek farklı olduğunu düşünmüyorum.
Söylemek istediğim şu: Yaşadığımız dünyada artık iç siyaset ile dış siyaset arasında kesin bir çizgi yok. Ülke içindeki uygulamalarınız anlık olarak dış dünyaya da yansıyor. Güzellikler takdir ediliyor; olumsuzluklar ise tepki çekiyor. Bir nevi, her ülke için uluslararası ortamda karne oluşuyor. Ülkeler de bu karnelere göre değerlendiriliyorlar. Örneğin son yıllarda yaşadığımız sıkıntılardan dolayı, dünyaca itibar edilen Freedom House raporuna göre Türkiye 195 ülkenin yer aldığı “özgürlük” sıralamasında 146. sırada. Bu rapora göre, son 10 yıl içinde toplam 31 puan kaybeden Türkiye Afrika ülkesi Mali’den sonra dünyada özgürlüklerin en çok gerilediği ikinci ülke konumunda. Basın özgürlüğünde de konumumuz farkı değil. Basın özgürlüğünde 180 ülke arasında 153. sıradayız.
Bu satırları yazarken, gündemimizi ne zamandır meşgul eden kişinin yeni bir videosunu daha YouTube’a yüklediğini gördüm. Videonun izlenme sayısı da birkaç saat içinde bir milyonu geçmiş.
Sizi bilmem, ama ben bu tür videoları gördüğümde bir “arkası yarın” oyunu izliyor heyecanı yaşamıyorum. Ne olur siz de bu videoların ülkemizin dışarıdaki itibarını zedelediğini aklınızdan çıkarmayın.
Bu yazıyı yayınladığım gün T24’te çıkan bir haberi değerlendirmenize sunuyorum.
Gercekten bu durum ulkemiz acisindan her sekilde ck uzucu.
Cok yonlu bir sekilde Dile getirdiginiz icin cok tesekkurler
Bir değerlendirme yazısı bu kadar mı güzel olur. İçimizi ve kafamızı aydınlatıyorsun.
Teşekkürler Naci.
Selamlar Naci Bey!
Medyascope röportajında Suriye / YPG, S-400 vb konularda devletimizin ABD’yi ikna edemeyişini bizim tarafın kusuru / eksikliği gibi ifade etmişsiniz. Ya da ben öyle algıladım. Burada karşı tarafın (kurdun) tercihinin (kuzuyu yeme kararlılığının) ikna olmama konusundaki etkisi göz ardı edilmiş olmuyor mu? Siyaseten hizaya girmediğimiz takdirde zaten ikna olmayacağı, dolayısıyla burada tartışılması gereken konunun “hizaya girelim mi? girmeyelim mi? meselesi olduğu belli değil mi?
Daha düne kadar iktidarla iç içe olan mafya şimdi ne olduysa “kötü adam” rolüne düştüler. Bir birlerine hitap tarzları bu işin kısa sürede sonuçlanmayacağını gösteriyor. Ama belli de olmaz tabii.. Bu konunun dış itibar yönü ise işin başka bir tarafı. Zaten itibarımız kalmamıştı; çok fazla etkilenmeyiz; merak etmeyin:)
Daha kimbilir neler göreceğiz ülkemizde. Dediğiniz gibi, batılılar bize bakıp gülüyorlardır herhalde. Ülke olarak mahcup olmaktan, utanmaktan bıktık. Bir süre sonra insan önüne çıkamayacak duruma geleceğiz.