Bizim siyasi tarihimizde mesleğinde zirvedeyken, “artık yeter, siyaseti bırakıyorum” diyebilen lider örnekleri pek yoktur. İktidarda olmasa da, partisinin genel başkanıyken koltuğunu terk eden lider olarak rahmetli Erdal İnönü’yü hatırlıyorum. Parti başkanlığını ve başbakan yardımcılığını ani bir kararla bırakıp, “bu kadar siyaset kâfi, biraz da ailemle vakit geçireceğim, ben artık ayrılıyorum” demişti 1995’te Erdal bey.
Batıda böyle olmuyor. Her düzeyde siyasi, işgal ettikleri makamları bir süre sonra bırakmasını biliyorlar. Avrupa ülkelerinde uzun yıllarını geçirmiş bir kişi olarak bunun çok sayıda örneğini gördüm. Çoğu kez kendi kendime “neden bizde olmuyor da, onlarda oluyor” sorusunu sordum. Bunun cevabı sanırım bizde siyaset hayatının özellikle son dönemde daha da belirgin bir şekilde siyasileri halktan uzaklaştırmasında yatıyor.
Alman Şansölyesi Angela Merkel batılı siyasetçilerin bu özelliğini yansıtan iyi bir örneği. İki Almanya’nın birleşmesinin hemen ertesinde CDU’nun gençlik örgütünün başına geçen Merkel, parti içinde süratle yukarılara tırmandı; 2005 yılında da CDU’nun genel başkanı oldu. Ülkenin ilk kadın ve en genç şansölyesi unvanını kazandı. Şansölye seçildiği gün yaptığı konuşmada yıkılan duvara atıfta bulunuyor ve şöyle diyordu Merkel: “Berlin’deki duvar yıkıldığında, bu bana inanılmaz fırsatlar ve yeni bir başlangıç sunmuştu. Ben de şimdi bu ülkenin tüm vatandaşlarına benzer fırsatları sunarak ülkeme borcumu ödemek istiyorum.”
2005 yılından itibaren Alman siyasi hayatını ve Avrupa Birliği çalışmalarını incelediğimizde Angela Merkel’in siyasi gücünü görürüz. Dünyanın en büyük dördüncü ekonomisi olan Almanya, Merkel döneminde yalnız Avrupa’da değil, dünya genelinde de itibar kazandı. Başbakan olarak görev yaptığı son on beş sene içerisinde Alman ekonomisi daha da büyüdü. Avrupa Birliği içinde onun istemediği hiçbir düzenleme yapılamadı. Siyasi ve ekonomik alanlarda bir sorunla karşılaşıldığında Avrupalı ülkelerin yüzlerini döndüğü kişi de yine hep Merkel oldu. Zora düşen ülkeler, bankalar, firmalar çareyi onda aradılar. ABD, Rusya ve Çin başta gelmek üzere herhangi bir konuda AB ile görüşmek isteyen aktörler de daima önce onunla görüştüler.
Bizim siyasi hayatımızda koalisyonların bir istikrarsızlık kaynağı olduğu söylenir uzun yıllardır. Hatırlarsınız, 2015 seçimlerinde Ak Parti Mecliste tek başına hükümet kuracak çoğunluğu sağlayamayınca koalisyon aleyhindeki söylemler daha da artmıştı. Oysa Avrupa’daki ülkelerin çoğu uzun yıllardır koalisyonlarla yönetiliyorlar. Bu ülkelerde koalisyonlar istikrarsızlığa neden olmuyor, tam aksine, dayanışmayı güçlendiriyor, farklı düşüncelerin bir arada birbirleriyle uyum içinde yaşamasına katkı sağlıyor. Mesleğimin yedi yılını Almanya’da geçirdim. Almanya’nın son on yıllarda koalisyonsuz hükümete sahip olduğunu hatırlamıyorum. Merkel’in iktidarda bulunduğu bu son on beş sene içerisinde de CDU, kimi zaman SPD ile büyük koalisyon kurdu, SPD’nin muhalefette kalmayı tercih ettiği kimi zaman da eksiğini diğer küçük partilerle tamamlayarak üçlü veya dörtlü koalisyonlarla iktidarını sürdürdü. Almanya bugün de, Merkel’in başkanlığındaki CDU ile sosyal demokrat SPD arasında kurulan “büyük koalisyon” ile yönetiliyor.
Devleti yönetim becerisi yanında Merkel’in özel hayatı da ülkemizde çok konuşuluyor. Yanında yalnız bir korumayla gezmesi, sıradan bir araca binip markete gitmesi, alışverişini kendisinin yapması, küçük bir apartman dairesinde yaşamaya devam etmesi, ev işlerini kendisinin yapması, eşinin pek göz önünde bulunmaması gibi konulardaki paylaşımları okuyoruz. Bu hayat tarzına Almanya’da görev yapmış çok sayıda diplomatın şahit olduğunu biliyorum. Bir Türkiye ziyareti sonrasında, Berlin Büyükelçimiz Karslıoğlu anlatmıştı. Ankara’ya yaptığı resmi bir ziyarette Merkel’i kaldığı otelin restoranında görmüş. Elinde bir tepsiyle büfenin önünde sıraya girip kahvaltı malzemelerini almış, sonra da boş bulduğu bir masaya oturup kahvaltısını tek başına yapmış. Daha sonra danışmanları yanına gelip bazı konularda bilgilendirme yapmışlar. Sonra da gününe başlamış.
Sosyal medyada Hollanda başbakanının ofisine her sabah bisikletle gittiğine ilişkin paylaşımları görenleriniz vardır. Yalnız Hollanda da değil, diğer birçok Avrupa ülkesinde de siyasiler günlük hayattan kopmazlar. Merkel de diğer birçok batılı lider gibi resmi hayatıyla özel hayatını ayırmasını bildi; şansölye olarak görev yaptığı uzun süre boyunca kendi halkının veya dünya kamuoyunun tepkisini çekecek tavır ve davranışlardan uzak durdu. Sağduyu, uzlaşma, soğukkanlılık, ciddiyet, mütevazılık, ağırbaşlılık Angela Merkel için kullanılan sıfatlar oldu.
Avrupa’da buhranlar yaşandığında da sorunlara çare bulması için kapısının çalındığı lider Merkel oldu. Yunanistan’ın ekonomik krizinde ve Euro bölgesinin yaşadığı sorunların aşılmasında da elini taşın altına koyan kişi yine Alman şansölyesiydi. Nitekim Birlik içindeki bazı ülkelerin güçlü itirazlarına rağmen Almanya’nın el vermesiyle Yunanistan düştüğü kuyudan çıkarılmış oldu.
Ankara’daki bakan yardımcılığım yıllarında, Suriye krizi sırasında yaşadığımız göçmen sorununda AB heyetleri ve bu bağlamda Alman bürokratlarıyla yakın çalışmalarım oldu. Zamanın başbakanı Ahmet Davutoğlu ile birlikte Türkiye’de ve Belçika’da Merkel ile tanışma ve görüşme imkanı da buldum. Başbakan Davutoğlu’nun 7-8 Mart 2016 tarihlerinde Brüksel’de gerçekleştirilen tarihi AB – Türkiye Zirvesi sırasında Merkel ve Hollanda Başbakanı Rütte ile yaptığı baş başa toplantılara da tanıklık ettim. Merkel’in mülteci sorununa yaklaşımını her zaman dürüst ve insancıl bulduğumu belirtmek isterim. Diğer ülkeler, “aman Suriyeliler nereye giderlerse gitsinler, ama bizim ülkemize yaklaşmasınlar” tutumundayken, ülkesindeki muhalefet partilerinin itirazlarına ve kamuoyunun çoğunlukla mülteci karşıtı duruşlarına rağmen Merkel bu krizi bir insanlık meselesi olarak değerlendirdi ve bir düzen içerisinde olmak kaydıyla Almanya’nın kapılarını Suriyeli mültecilere açtı. Bugün Almanya’daki Suriyeli mültecilerin sayısı diğer 26 Birlik üyesindeki Suriyelilerin toplamından daha fazlaysa bunun tek nedeni Merkel’in soruna bu insani yaklaşımı olmuştur.
Merkel’in Başbakan Davutoğlu ile ilişkileri de her zaman yakındı. Çok uzun yıllar Türkiye’yi gündemine almayan Avrupa Birliği mülteci krizi sonrasında Türkiye’nin de davetli olduğu üç AB zirvesi düzenledi. Bu üç zirveye de katıldım. Sığınmacı mutabakatı veya Schengen Vize Muafiyeti görüşmeleri olarak bilinen bu müzakerelerde Almanya’nın ağırlığını koymasıyla Türkiye, Avrupa Birliği’ne yakınlaşma yolunda önemli adımlar attı. 5 Mayıs 2016 günü Başbakan Davutoğlu görevini bırakmasaydı birkaç hafta içerisinde göçmen mutabakatı sonuçlanacak ve Avrupalılar söz verdikleri üzere 1 Temmuz 2016 itibariyle vatandaşlarımıza vizeyi kaldırmak zorunda kalacaklardı. Avrupa’nın bu tutumunda Merkel’in önemli bir rolü olduğuna inanıyorum. Ancak olmadı, 72 maddelik yol haritasının birkaç maddesini nedense bir türlü sonuçlandıramadık ve vize muafiyetini uygulamaya geçiremedik. Her aşamasında görev yaptığım bu süreci ayrı bir yazımda daha ayrıntılı olarak değerlendireceğim.
Görevi boyunca demokratik ve saydam yönetim örneklerini sergileyen, ülkesi ve Avrupa Birliği için vizyonu olan bir lider yakında tarihteki yerini alacak. Angela Merkel, geçtiğimiz Aralık ayında CDU liderliğini bıraktı. Partideki koltuğunda bundan sonra Kuzey Ren Westfalya Eyaleti başbakanı Armin Laschet oturacak. Armin Laschet, başta mülteciler sorunu olmak üzere birçok konuda Merkel ile benzer düşüncelere sahip biri olarak biliniyor. Angela Merkel bu yıl yapılacak genel seçimlere kadar şansölyelik makamında oturmaya devam edecek. Seçimlerden CDU yine birinci parti olarak çıkarsa partinin şansölye adayının kim olacağı ise henüz açıklanmadı.
Yeni şansölye kim olursa olsun, herhalde koruma ordusuyla dolaşmayan, şatafattan, gösterişten ve israftan kaçınan bir lider rolü çizme konusunda selefinden farklı olmayacak gibi görünüyor.
Sayın Koru,
Yazınızla önemli bir konuya değinmişsiniz tebrik ederim. Yazınıza müsaadenizle bir katkı yapmak istiyorum. Coğrafyamızda ideal sahibi insanlar dahi hizmet etmek düşüncesi ile başladıkları bürokratik veya siyasi görevlerini önce makama sonra saltanata dönüştürüp sonra orayı terk etmemek için her türlü çabaya başvurabiliyorlar. Tabi ki istisnalar hariç. Bu davranış değişikliğinin altında bir kaç neden var kanımca. Bunlar arasında;
1. Bürokratik veya siyasi görevlerde iken insanlara bu görevleri bıraktığında mahrum kalabileceği mali ve sosyal alanda çok fazla imkanlar tanınması (yüksek maaş, ek gelirler, araç, lojman, koruma, ilgili veya ilgisiz her alana müdahale edebilme, yakınlarına legal veya illegal menfaat temin edebilme gibi). Öyle ki görevlerinden ayrılan insanlar sudan çıkmış balığa dönüyorlar.
2. Maalesef yozlaşan değerler ile bir kısım insanın her düzeyde görevin makamlaştırılmasını mübah görmesi, hatta kendine de bir gün fırsat verilir düşüncesi ile görevlerin kötüye kullanılmasını onaylaması,
3. Her düzeyde denetim sisteminin etkisizleştirilmesini sayabiliriz.
Başta söylediğimi tekrar ediyorum. Her dönemde istisna insanlar vardır. Son söz olarak Avrupa’lılar için Akif’in dediği gibi diyorum; işleri var dinimiz gibi, dinleri var işimiz gibi!”
Umudumuz; işimizin de dinimiz gibi olmasıdır.
Naci bey’in yazısı coğrafyamızın temel hastalıklarına dokunan çok güzel bir örnek. Câh (https://islamansiklopedisi.org.tr/cah) ve Hubb-u Riyâset ne yazık ki yaşadığımız coğrafyanın genetik dokusunda var ve bu genetik hastalıktan kurtulamıyoruz. Tevâzu, (https://islamansiklopedisi.org.tr/tevazu) Efendimiz s.a.v.’in hayatının her anında olduğunu okuduğumuz, bildiğimiz halde aile, iş, siyaset, v.b. hayatımızda yaşamayı başaramıyoruz. Aile, okul, internet, medya üzerinde gençlerimize bu değerleri edinmelerini, yaşamalarını sağlayacak yöntemler geliştirmeliyiz ki, yarının siyasetçileri yaşantılarında Efendimizi (s.a.v) örnek alsın. Sloganist, şekilci, içi boş olmasınlar, ne yaşıyorlarsa içini doldurarak yaşasınlar.
İnşallah bizim de, yönetimi bıraktıklarında arkalarından böyle olumlu yazılar yazılacak liderlerimiz olur. Bizim ülkemizde demokrasi maalesef yerleşemedi. Kısa süre içerisinde böyle bir dönem göremeyecek gibiyiz. Keşke böyle olmasaydı.
Büyükelçi Sayın Naci Koru’nun isabetli ve güzel yorumuna teşekkür ederim, Bir- iki not İle ben de katkıda bulunmayı arzu ettim.
Şansölye Merkel’i çeşitli vesileler ile yakından tanıma ve kendisiyle konuşma fırsatım olduğu gibi yakın çevresindeki insanlarla da çok samimi görüşmelerim oldu. Bakan Yardımcısı Naci Beyin bahsettiği gibi, Bayan Merkel’in aileden yetişme tarzı, Doğu Almanya’nın totaliter rejiminde büyüyüp okuması, Demir Perde bölgesindeki insanların totaliter baskılı ve özgür düşünceden uzak yaşamlarını müşahedesi, Berlin Duvarının yıkılmasıyla birlikte özgürlüğün değerini içine sindirmesi, akademisyen kimliği ile öğrenme, soru sorma,farklı görüşleri dinleme ve diğer birçok nedenler Muhalefet Lideri ve bilahare Şansölye yaşantısına yansımıştır.
Protestan Papazı olan babası tarafından Protestan ahlakına göre yetiştirilmiş olan Şansölye Merkel, inançlarının gereği olarak da sade, israftan uzak, gösterişe yer vermeyen, etrafındakilerin de buna asla tevessül etmesine müsaade etmeyen tutumlarıyla bizim coğrafyadaki lider ve yöneticilerimize hatta sade vatandaşlarımıza örnek olması gereken bir yaşantı sürmüştür. Devletin itibarının makam arabası ve uçak sayısının çokluğu, en lüks otellerin en pahalı odalarının gereksiz derecede kalabalık heyetler için kapatılmasında görmeyip, fonksiyonelliğe değer veren bir yaklaşımı olmuştur. Saygılarımla
Emekli Büyükelçi H.Avni Karslıoğlu
Uzun yıllardır Almanya’da yaşıyorum. Merkel öncesinde başbakan Helmut Kohl idi. Kohl için de çok olumlu sözler söylenebilir. Ancak ikinci dünya savaşından sonraki dönemde Merkel kadar iz bırakan bir lider gelmediğini düşünüyorum.
Aslında yazınızın satır aralarında Türk siyaseti için de benzer özelliklerde bir lidere öykünmeyi hissettim.
Belli olmaz, belki bir gün bizim de böyle liderlerimiz olur.
2.Dünya Savaşı sonrası Federal Almanya’nın en belirgin Şansölyelerinin sanırım Adenauer ve Willy Brandt olduğunu söylemek daha doğru olur .