You are currently viewing Neden hala Avrupa ülkelerine vizesiz gidemiyoruz? / Türkiye – AB Göçmen Mutabakatının Kısa Öyküsü

Neden hala Avrupa ülkelerine vizesiz gidemiyoruz? / Türkiye – AB Göçmen Mutabakatının Kısa Öyküsü

Avrupa Birliği ile 2016 yılında imzaladığımız Göçmen Mutabakatının bu yıl 5. yıldönümü olacak. Beş yıl önce başta Dışişleri Bakanlığı olmak üzere, ilgili kurumlarımızla eşgüdüm halinde geliştirdiğimiz ve hayata geçirdiğimiz bu mutabakatla ülkemizdeki yasadışı göç konusunu düzene koymayı, ülkelerindeki çatışmalardan kaçıp Türkiye’ye sığınmak zorunda kalan Suriyelilerin sorununa çözüm bulmayı ve nihayetinde de bu çalışmalara bağlı olarak vatandaşlarımıza Avrupa ülkelerine seyahatlerinde vize muafiyeti sağlamayı amaçlamıştık. Ancak Mutabakat ile Yunan adalarına yasadışı yollardan göçmen geçişlerini durdurabildiğimiz ve Ege denizindeki ölümleri önleyebildiğimiz halde, bazı nedenlerden dolayı Mutabakatı tamamlayamadık ve vize muafiyetini de hayata geçiremedik.

Bu yazımda, her aşamasında içinde olduğum, Avrupa Birliği ile yaşadığımız vize muafiyetini sağlamaya yönelik bu Mutabakatın öyküsünü paylaşmak ve Avrupa ülkelerine neden hala vizeyle gitmek zorunda olduğumuzu irdelemek istiyorum. Metni okunabilir kılmak amacıyla her ne kadar kısa tutmaya çalışsam da bunu başaramadım. Bu nedenle, kısa yazı okuma alışkanlığında olanlar 4-5 paragraf okuduktan sonra dilerlerse “Mutabakat’ın sonuçları ne oldu?” başlığına geçebilirler. Ama bu konulara ilgi duyanlara, biraz zaman ayırmalarını ve süreci tüm ayrıntılarıyla anlattığım bölümler de dahil olmak üzere metni sonuna kadar okumalarını öneririm.


Bir zamanlar pasaportumuz değerliydi

1979’da fakülte üçüncü sınıftaydım. Siyasal’da Uluslararası İlişkiler bölümünü seçtiğim için abim “yabancı dilini ilerletmen için mutlaka İngiltere’ye gitmelisin” demiş ve bana tek yön Londra bileti almıştı. Babam da cebime biraz harçlık koyunca bana uçağa binip hayatımın bu ilk yurt dışı deneyimine başlamak kalmıştı. Pasaportumu alıp beş ay sürecek Avrupa macerasına başladım.

O tarihlerde Türk pasaportu değerliydi. İngiltere de dahil, hiçbir Avrupa ülkesi o yıllarda Türk vatandaşlarından vize talep etmiyordu. Dört aydan uzun bir süre kaldım İngiltere’de. Dönem sınavlarına yetişebilecek şekilde dönüşümde de Avrupa deneyimimi biraz daha artırmak amacıyla, Avrupa ülkelerinde bir ay süreyle sınırsız seyahat imkanı veren “Interrail Programı“yla çok sayıda ülkeyi trenle dolaştım. Her sınır geçişinde ilgili ülke gümrük görevlileri tren içinde pasaport kontrolü yapıp giriş damgasını vuruyordu pasaportuma. Avrupa turum sırasında sınır geçişlerinde bir kere bile en küçük bir sorunla karşılaşmadım.

Batılı ülkeler vize uygulamasına başlıyor

Sonra 1980 askeri darbesi geldi. Siyasiler kenara konuldu, ülke askerlerin yönetimine geçti. Sağdan ve soldan çok sayıda kişi cezaevlerine atıldı. Kendilerini tehdit altında gören çok sayıda kişi de ülkeyi terk etti; geleceklerini Avrupa ülkelerinde aramaya başladı. Bu kişiler yalnız 1980 öncesi yaşanan olaylara karışanlar değildi; geleceklerini Türkiye’de görmeyen çok sayıda sanatçı, entelektüel, akademisyen, farklı sektörlerden insanlar da vardı bu grubun içinde. Bu insanlar gittikleri ülkelerde Türkiye’deki siyasi gelişmeleri anlattılar ve sığınma talebinde bulundular. Almanya’dan Fransa’ya, Norveç’e kadar batılı ülkeler bu kişilere oturma hakkı verdiler. 1980 sonrası ülkeyi terk eden bu grubun bir bölümü sonraki yıllarda ülkemizdeki demokratikleşme adımları sonucunda Türkiye’ye döndü. Ama bir bölümü de, aileleriyle birlikte yeni hayatlar kurdukları bu ülkelere demir attılar; o ülkelerin vatandaşları oldular ve geleceklerini oralarda aradılar. Şimdi yalnız ziyaret için geliyorlar doğdukları topraklara.

Askeri darbe ve sonrasında yaşanan siyasi iltica talepleri batılı ülkelere Türk vatandaşlarının seyahatlerini sınırlamak için geçerli bir mazeret verdi. İsveç, Norveç ve Finlandiya ülkemizden kaçan Nusayrilerin ülkelerine sığındıklarını ileri sürerek Türk vatandaşlarına zaten 1975 ve 1976 yıllarında vize uygulamaya başlamıştı. 12 Eylül’den hemen sonra da diğer Avrupa ülkeleri bu kervana katıldı. Önce Almanya ve Fransa, arkasından da diğer Batılı ülkeler kapılarını Türk vatandaşlarına kapattılar.

Oysa kurucuları arasında bizim de bulunduğumuz Avrupa Konseyi üyesi ülkeler 1957 yılında üye ülke vatandaşlarına serbest dolaşım hakkı veren bir anlaşma imzalamışlardı. Bu anlaşma ile Avrupa Konseyi ülkelerinin büyük çoğunluğu karşılıklı olarak vize uygulamasına son vermişti. Dolayısıyla bizim vatandaşlarımız 1980 yılına kadar Avrupa’ya seyahat için şimdi olduğu gibi vize kuyruklarına girmek zorunda bırakılmıyor, pasaportlarıyla tüm Avrupa ülkelerinde dolaşabiliyorlardı.

Birçok alanda 12 Eylül’ün etkilerini ortadan kaldırmak mümkün olamadı. Bu alanlardan biri de maalesef önceden sahip olduğumuz serbest dolaşım hakkıdır. Vatandaşlarımızın seyahatlerine getirilen bu vize engeli aradan 40 yıldan uzun bir süre geçmiş olmasına rağmen hala kalkmadı.

Şimdi dilerseniz, vize duvarlarının çekildiği tarihten bu yana geçen 40 yıl içerisinde neler olduğuna, sonra da 2016’da AB ile imzaladığımız Mutabakatın neden hala hayata geçirilmediğine kısaca bakalım.

AB ile Geri Kabul Anlaşması

Ak Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte ülkede atılan demokratikleşme adımları, gerçekleştirilen ekonomik kalkınma hamleleri, sosyal ve siyasal alandaki reformlar Türkiye’yi Batı ilkelerine yaklaştırdı. Önceleri batı karşıtı söylemleri olduğu düşünülen iktidar, Avrupa Birliği’ne tam üye olma yolunda önemli adımlar attı. Aday ülke olma başvurumuz 1999 yılında kabul edilmişti, 17 Aralık 2004 tarihli Brüksel Zirvesi’nde de, Türkiye’nin siyasi kriterleri yeteri ölçüde karşıladığı belirtilerek üyelik müzakerelerine başlanması kararı alındı.

AB ile tam üyelik görüşmelerine başlanması kararından sonra Türkiye’nin mevzuatının AB ile uyumlu hale getirmesi için ortak bir çalışma başlatıldı. Diğer alanlarda olduğu gibi göçmenler konusunda da mevzuatımızda değişiklikler yapılması gerekiyordu. Bu çerçevede AB ile Geri Kabul Anlaşması metni üzerinde müzakereler gerçekleştirildi. Bu anlaşmayla, Türkiye üzerinden AB ülkelerine izinsiz göçmen hareketi olduğunda bu göçmenlerin Türkiye üzerinden geldiğinin kanıtlanması halinde Türkiye’ye iade edilmeleri öngörülüyordu. Hazırlık aşamalarında görev aldığım bu anlaşma, benim de bulunduğum bir toplantı sonrasında, 16 Aralık 2013 günü Ankara’da Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu tarafından imzalandı.

Geri Kabul Anlaşması ile üç yıllık bir hazırlık süreci öngörülüyor, bu hazırlık döneminde Türkiye’nin mevzuatının ve teknik kapasitesinin AB ile uyumlu hale getirilmesi amaçlanıyordu. Anlaşma ekinde yer alan Yol Haritası’nda bu üç yıllık süre içerisinde yapılacak çalışmalar 72 başlık altında yer almaktaydı. Pasaportların güvenlik altyapısının geliştirilmesi, AB sınır kuruluşlarıyla Türk sınır kuruluşları arasında daha etkin bir eşgüdüm sağlanması, sığınmacı geri gönderme merkezlerinin kapasitesinin geliştirilmesi, kişisel verilerin korunmasına ilişkin bir kanun çıkarılması, Terörle Mücadele Kanunu’nda AB standartlarına göre değişiklikler yapılması bu 72 madde arasında yer alan bazı başlıklardı. Bu çalışmalar tamamlandıktan sonra geri kabul anlaşması uygulamaya geçirilecek ve uygulamaya başlanmasından altı ay sonra da Türk vatandaşlarına AB ülkelerine vizesiz seyahat etme hakkı tanınacaktı. Dolayısıyla, her şey yolunda gittiği takdirde 2017 yılı başlarında vizesiz yolculukların başlaması söz konusu olacaktı.

Bu anlaşmanın imzalanmasından hemen sonra dışişleri bakanlığı olarak ilgili diğer kuruluşlarla yoğun bir çalışma içine girdik. Amacımız bir an önce bu hazırlıkları tamamlayıp mevzuatımızı AB mevzuatı ile uyumlu hale getirmek, uygulama aşamasına gelecek şekilde anlaşmanın hazırlıklarını tamamlamak ve vize muafiyetini süratle hayata geçirmekti.

Bakan Davutoğlu bu anlaşma hazırlıklarının bir an önce tamamlanarak vizesiz Avrupa döneminin başlamasına büyük önem veriyordu. Diğer kurumlarımız da bizim eşgüdümümüzde gerekli hazırlıkları yapıyor, Yol Haritası’ndaki maddeler birer birer gerçekleştiriliyordu. Bu dönemde kamu kurumları arasında çok iyi bir sinerji oluştu.

Suriye’deki karışıklıklar iltica sorununu dünyanın bir numaralı gündem maddesi yaptı

Ancak bu çalışmaların yapıldığı dönemde Suriye’deki iç karışıklıklardan kaynaklanan mülteci krizi de büyümeye başladı. 2015 yılı Eylül ayında çok sayıda Suriyeli sığınmacı Türkiye’nin farklı bölgelerinden önce İstanbul’a, oradan da Edirne’ye geldiler. Otobüsleri durdurulan ve seyahatlerine izin verilmeyen bir bölüm sığınmacı da ellerinde taşıyabilecekleri kişisel eşyaları, kucaklarında çocuklarıyla yürüyerek bu yolculuklarına devam ettiler.

Bulgaristan sınır kapısına yönelim yalnızca bu ülkeyi değil, tüm batıyı endişelendirdi. Kısa bir süre içerisinde yüzbinlerce Suriyeliyi topraklarında görme korkusu Avrupa ülkelerinde alarm zillerinin çalmasına neden oldu.

Trakya sınırımızdan çıkamayacaklarını anlayan bazı mülteciler zaman içerisinde farklı yöntemler aramaya başladılar. Bu maceracılara insan kaçakçıları da yol gösterince Ege denizinden Yunan adalarına geçme düşüncesi etkili bir yöntem olarak uygulanmaya başlandı. 2014 yılından itibaren farklı boylarda tekneler, daha sonraları şişme botlar gece yarısından sabahın erken saatlerine kadar her yaştan göçmeni Ege kıyılarımızın karşısındaki Yunan adalarına taşımaya başladı.

İki kıyı arasındaki mesafenin kısalığı bu yolculuğun çok da zor olmadığını gösteriyordu. Ancak insan kaçakçıları biraz daha fazla kazanmak için kapasitelerinin çok üzerinde sayıda insanı, can yelekleri de olmaksızın şişme botlara ve teknelere doldurduğundan Ege’deki trajik olaylara ilişkin haberler her gün Türkiye’nin ve dünyanın gündemine girmeye başladı. Televizyon kanalları sürekli olarak Avrupa’ya kaçış özlemiyle botlara doluşan sığınmacıların hazin öykülerini duyuruyordu. 2 Eylül 2015 tarihinde Bodrum sahillerinde kıyıda ölü bulunan Aylan bebek bu dramın yeni bir halkasını oluşturdu. Aylan bebeğin fotoğrafı Ege’de yaşananların dünyada daha çok duyulmasına da aracı oldu.

Ege Denizindeki Aylan Bebeğin dünyayı ayağa kaldıran dramı

Suriye kaynaklı insani krizin doruk noktaya ulaştığı 2015 yazı, çatışma ortamının dört yılı aşkın süredir devam etmesi nedeniyle bölge insanının gelecek ümidini kaybettiği ve yeni bir hayat inşa etmek üzere yasadışı yollarla ülkemiz üzerinden AB ülkelerine ulaşma imkanlarını en yoğun şekilde denediği dönem olarak kayıtlarımıza geçti.

Sorunun boyutları büyüdü

BM Mülteciler Yüksek Komiserliği verilerine göre, 2015’te 856.723 düzensiz göçmen Ege Denizi’ni kullanarak AB ülkelerine ulaşmıştı. Bu göçmenlerin tümü Suriyeli değildi; başta Afganistan, Irak ve Pakistan olmak üzere, diğer ülkelerden de yabancılar keşfedilen bu yeni yöntemle, akın akın Yunanistan’ın Midilli, Sakız, Sisam, İstanköy ve İleriyoz adalarına geçiyordu.

Her geçen gün daha da artan sayıda mültecinin Yunanistan üzerinden Avrupa ülkelerine yolculuğu, yalnız Schengen bölgesini değil, Avrupa Birliği’nin bütünlüğünü de tehdit eder boyutlara ulaşıyordu. Avrupalı liderler birbiri ardına bu konuda açıklamalar yapıyor, Türkiye’den de bu mülteci akınını durdurması için ilave önlemler almasını istiyordu.

Göçmen krizi kuşkusuz yalnız Avrupa’nın sorunu değildi; bizi de yakından ilgilendiriyordu. Aslında Ege üzerinden karşıya geçenlerin büyük bir bölümü Türkiye’de yaşayan göçmenler değil, karşıya geçişin kolay olduğunu öğrenen ve yalnız bu amaçla Türkiye’ye gelip, bizi transit olarak kullanan yabancılardı. Göçmen akınının bir tür ticaret haline dönüşmesi ve yüzlerce insan kaçakçısının Ege sahillerimizde cirit atması güvenliğimizi de yakından ilgilendiriyordu.

Göçmen trafiğinin kontrol altına alınabilmesi için hükümet bir dizi önlemi uygulamaya geçirdi. Sahil Güvenlik Komutanlığı Ege’deki kontrollerini sıklaştırdı; karada da insan kaçakçılarına karşı mücadele başlatıldı. Operasyonlarda çok sayıda insan kaçakçısı yakalandı. Ancak sayı yine de azalmıyor, artıyordu.

Ege Denizindeki durum

Ege’deki deniz sınırımız, sahillerimiz ile adalar arasındaki mesafenin yarısından geçer. Dolayısıyla Türk Sahil Güvenliğinin operasyon alanı Ege sahili ile Yunan adaları arasındaki orta noktaya kadardır. Bu çizgiden sonraki deniz alanında Yunan Sahil Güvenliği tekneleri görev yapar. Bazı Yunan adaları ile Türk sahili arasındaki mesafe o kadar kısadır ki, sahilden ayrılan orta hızlı bir tekne 20 dakika içerisinde Yunan karasularına girebilir.

Göçmen taşıyan tekneler bir şekilde görülmeden Türk denizinden ayrıldıktan sonra Yunan sınırına girdiğinde çoğu kez Yunan botlarınca geriye püskürtülmeye başladı. Amaç bu tekneleri geldikleri Türk sularına geçmeye zorlamak, bu arada Türk makamlarını değişik yöntemlerle bilgilendirerek bunların Türk sularında yakalanmalarını sağlamaktı. Çoğu zaman bu uygulamalarında başarılı da oldu Yunanlılar. Her ne kadar Yunan makamları tarafından inkar edilse de, uluslararası hukuka da aykırı olan insanlık dışı bu uygulama video kayıtlarıyla internette görüntülendiğinde dünya kamuoyunun büyük tepkisini çekti. Ne yazık ki Yunan tarafı kaçak göçmen sorunuyla uğraşacağına, dünyanın bu tepkisini göze alarak elinden geldiğince kaçak göçmen teknelerini çoğu zaman insanlık dışı yöntemlerle Türkiye’ye göndermeye devam etti.

Her gün binlerce sığınmacı Yunan adalarına geçmeyi deniyordu.

Yunan adalarına geçen göçmen sayısının yükselmesiyle Avrupalıların endişeleri de artıyordu. Yunanistan sonrasındaki ilk transit ülke olan Makedonya, bu ülke ile arasına tel örgü çekti. Bu arada Avrupalı liderler alınabilecek diğer önlemleri konuşmak üzere Türkiye ile en üst düzeyde görüşmenin yollarını arıyorlardı. 2015 Ekim ayı başında Cumhurbaşkanı Erdoğan Japonya gezisi öncesinde Brüksel’e gidip AB Komisyon Başkanı Jean-Claude Junker ve Konsey Başkanı Donald Tusk ile görüştü. Bu görüşmede Türkiye’nin AB ile iş birliği yapması kararlaştırıldı.

AB ile göç krizine ilişkin temaslar

Bu dönem, AB ile Türkiye’nin göçmen kriziyle baş edilmesi amacıyla çok yakın işbirliği gerçekleştirdiği dönemdir. AB ile ülkemiz arasında üst düzey ziyaret trafiği başladı. Almanya Şansölyesi Angela Merkel, AB Komisyonu Başkanı Juncker ve AB Konseyi Başkanı Tusk  başta gelmek üzere AB ülkelerinden ziyaretçilerimiz mülteci krizinin çözümü için görüşmeler yaptılar.

1 Kasımda Türkiye’de seçimler yapılmış ve Ak Parti yüzde elliye yakın bir oy oranıyla tekrar tek başına iktidara gelmişti. Uzun yıllar AB zirvelerine katılamayan ülkemiz şimdi AB tarafından aranan ve değer verilen bir ülke haline gelmişti. Avrupalılar, göç krizinin ele alınacağı bir AB – Türkiye Zirvesi yapılmasını teklif ettiler. Bu zirve Başbakan Davutoğlu’nun katılımıyla 29 Kasım’da Brüksel’de gerçekleştirildi. Zirve, AB ile yarım asrı aşan ilişkilerimizin tarihinde, 3 AB kurumu ve 28 üye ülke lideriyle birlikte ülkemizin temsil edildiği ilk toplantıydı. Zirvede, daha önce kabul edilen eylem planının uygulamaya konulması kararlaştırıldı. Zirve Türkiye-AB ilişkileri bakımından şu önemli sonuçları belgelere geçiriyordu:

*Vatandaşlarımızın Schengen alanına vizesiz seyahatlerinin Ekim 2016’ya kadar sağlanması,

*AB tarafından ülkemizde geçici koruma altındaki Suriyeliler için 3 milyar Euro yardım yapılması,

*Katılım müzakerelerinde yeni fasılların açılması,

*Ülkemizin AB Zirvelerine davet edilmesi.

İlk AB-Türkiye Zirvesinin ardından ülkemizde bir nevi diplomatik sıkıyönetim ilan edildi. İlgili tüm bakanlıklardaki bürokrasi 72 maddeyle ilgili çalışmalarına öncelik verecekti. Ayrıca bu yönde Meclis’te yapılması gerekli çalışmalar da derlendi ve bir program içinde uygulamaya geçirildi. Bürokrasi teknik çalışmaları yaparken bir taraftan da AB yetkilileri ile gelişmeleri değerlendirmeye devam ediyorduk. Her geçen gün 72 maddeden bir bölümü listeden çıkarılıyor, yapılacak işlerin sayısı azalıyordu.

Önlemlerimiz etkisini göstermekle birlikte Ege’den yasadışı geçişler durmuyordu. AB ile yaptığımız toplantılarda muhataplarımız, AB’nin yeniden yerleştirme başta olmak üzere, Türkiye-AB göç iş birliği kapsamındaki taahhütleri için Türkiye üzerinden AB’ye geçen yasadışı göçmen sayısının “düşük üç haneli rakamlara” (“lower 3 digit numbers”) inmesi gerektiğini, bu azalmanın sürdürülebilir olmasını, ayrıca ilkbahar ve yaz aylarında da devam etmesini gerekli gördüklerini dile getiriyordu. Oysa kış ayları gelmiş olmasına rağmen günlük sayılar hala günde iki bin civarındaydı.

Yunan adalarına giden mültecilerin Avrupa ülkelerine geçişini engellemek için Orta Avrupa ülkeleri 27 Şubat’ta girişlerine izin verilecek mülteciler için sayı kısıtlaması getirdi. Bu karar sonrası, Avrupa hayaliyle bir maceraya girmiş olan binlerce mülteci Yunanistan’da kaldı. Mülteci sayısıyla birlikte Avrupa’nın kaygıları da her geçen gün daha da artıyordu. Bu arada, AB Konseyi Başkanı Tusk ülkemizle 29 Kasım Zirvesi formatında yeni bir Zirve düzenlenmesini önerdi. Bu öneri tarafımızdan kabul edildi.

Adaya yasadışı geçişleri sona erdirebilecek “oyun değiştirici” bir öneri

Aslında Yunan adalarına yönelik yasadışı göçü kökten önlemenin yegane yolu, Türkiye olarak adalara geçen göçmenlerin tümünü geri almayı kabul etmekti. Ama uluslararası hukuka göre, ülkelerindeki iç savaştan kaçan Suriyelileri geri alma zorunluluğumuz olmadığı için böyle bir önlem hiçbir zaman gündemimize gelmemişti.

Bu konuyla son yıllarda ilgilenen bir diplomat olarak ben “Oyun değiştirici” olarak gördüğüm böyle bir tedbiri de düşünmemiz yararlı olabilir kanaatindeydim. Bunu önce bakanımız Çavuşoğlu’na açtım; sonra da Tusk’un Türkiye ziyareti sonrasında Çankaya’daki başbakanlık ofisinde, başbakan Davutoğlu’na anlattım. Bakanlığımızdan bu konulara bakan tüm bürokrat arkadaşlarım da benimleydi. Bakan Çavuşoğlu Suriyelilerin geri alınması düşüncesini çok anlamlı bulmadı; başbakan ise beni ve ekibimizdeki bürokrat arkadaşlarımı iki saat boyunca dinledi; ama olumlu veya olumsuz herhangi bir değerlendirme yapmadı. Türkiye-AB Zirvesi için Brüksel yolculuğunda Başbakana sunum

İlk AB-Türkiye zirvesinden sonra aradan üç ay geçmeden Avrupa Birliği 7 Mart’ta Brüksel’de yeni bir Türkiye-AB zirvesi yapılması önerisinde bulununca hükümet bu öneriyi kabul etti. Başbakan başkanlığındaki ekip üç ay içinde ikinci kez AB ile göç konusunu görüşmek üzere Brüksel’e gidecekti.

Zirve öncesinde Başbakan Davutoğlu ile Almanya Şansölyesi Merkel ve Hollanda Başbakanı Rütte’nin Brüksel’deki daimi temsilciliğimizde baş başa görüşme yapması planlanmıştı. Brüksel yolunda uçakta Başbakan Davutoğlu dışında Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ile AB Bakanı Bozkır da vardı. Başbakan yolda üst düzey görevlilerle bir toplantı yaptı. Bu toplantıda benim daha önce dile getirdiğim öneriyi bir kere daha anlatmamı istedi başbakan. Ben de ayrıntılarıyla anlattım. Bana göre önümüzde üç seçenek bulunuyordu. Toplantıda bunları özetledim:

*Mevcut uygulamanın sürdürülmesi (Yunan ve Türk Göç İdarelerinin aralıklarla toplanarak belli sayıdaki göçmenin geri alınması konusunda anlaşması)

*Suriyeliler ve meşru iltica talebi olanlar dışındaki düzensiz göçmenlerin daha pratik bir yöntemle Yunan adalarından geri alınması

*Suriyeliler dahil tüm düzensiz göçmenlerin Yunan adalarından geri alınması

“Aslında bugüne kadarki uygulamamızı sürdürmek de kuşkusuz bir seçenektir; ama bu şekilde bir yol kat etmemiz mümkün görünmüyor. Bu nedenle AB ile mutabık kaldığımız vize muafiyetinin sağlanması da mümkün olamayacak. Suriyelileri geri almayıp, diğer yasadığı yabancıları hızlandırılmış bir mekanizmayla geri almak düşünülebilir. Bu durumda Suriyelilere yeşil ışık yakmış olacağız; şimdiye kadar gitmeyi düşünmeyenler de sahillerimize hücum edecekler. Biz ‘oyun değiştirici’ bir çözüm istiyorsak Brüksel’e gittiğimizde ‘adalara yasadışı geçen tüm göçmenleri bir gün sonra geri almaya hazırız’ diyelim. Böylece hem ülkemiz üzerinden yasadışı geçişleri durdurmuş, hem de Schengen’i batmaktan kurtarırız, Ege’de ölümler de sona erer” dedim.

Başbakan önce bakanlarımıza, sonra da farklı kurumlarının üst düzey bürokratlarına görüşlerini sordu. Toplantıda hazır bulunan siyasiler ve bürokratların hemen tamamı “oyun değiştirici” olarak nitelendirdiğim üçüncü seçeneğin daha uygun olacağını söyleyerek projeye destek verdiler. Özellikle bürokratlarımız, “böyle bir öneriyle gitmenin elimizi güçlendireceğini, bu uygulamayla ülkemizin de Avrupa geçişinde yasadışı göçmenler için cazip bir geçiş ülkesi olmaktan çıkabileceğini” vurguladılar. Toplantı sonunda başbakan Davutoğlu Avrupalılara bu öneriyle gitmenin uygun olacağını belirterek bizden bu amaçla hemen bir dosya hazırlamamızı istedi.

Önerimiz Başbakan Davutoğlu tarafından Merkel ve Rütte’ye iletiliyor

Merkel ve Rütte ile akşam 9’da başlayan toplantı bu tür görüşmelerdeki teamüllere aykırı olarak sabaha karşı saat 3’te sona erdi. AB’li başbakanlar beklemedikleri bir öneriyi duymuşlardı. Bir gün sonra Türkiye-AB Zirvesi başladı. Zirve koridorlarında herkes “Türklerin teklifi”ni konuşuyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse kimse bizden gündemi değiştirecek böyle bir öneri beklemiyordu. Haber Avrupa başkentlerinde ve Türkiye’de büyük yankı yaptı.

Bizim AB’ye ilettiğimiz bu tarihi önerinin belli başlı unsurları şunlardı:

*Suriyeliler dahil olmak üzere düzensiz göçmenlerin 5 Yunan adasından (Midilli, Sakız, Sisam, Leros, İstanköy) ülkemizce geri alınması,

*Ülkemizdeki Suriyelilerin AB ülkelerine “yeniden yerleştirilmesi”,

*Vatandaşlarımızın Schengen alanına vizesiz seyahatlerinin en geç Haziran 2016 sonuna kadar sağlanması,

*Suriyelilerin Suriye içinde yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve daha güvenli bölgelerde yaşamaları,

*Suriyeliler için Mali Sığınma İmkanı kapsamındaki fonların (2016-2017 dönemi için ilk 3 milyar Euro ve daha sonraki yıllar için öngörülen 3 milyar Euro) transferinin ve dağıtımının çabuklaştırılması ve kolaylaştırılması

*5 yeni Müzakere Faslının açılması (15, 23, 24, 26, 31).

Bu önerilerimizin tümü AB tarafından prensip itibariyle kabul edildi. Konunun hukuki yönleriyle değerlendirilmesi için 10 gün süreyle bir çalışma yapılması ve daha sonra tüm AB liderlerinin katılımıyla yeni bir zirvede bir araya gelinmesi kararlaştırıldı.

Göçmen kriziyle ilgili olarak 7 Mart’taki Zirve bu konuda bir dönüm noktası oldu. Biz bu önerimizle AB’nin “önlem almıyorsunuz, sayılar artıyor” kozunu ellerinden almış olduk. “Zaten göçmenlere iyi davranmıyorsunuz, biz Türkiye’den yasadışı yollarla giden tüm göçmenleri geri alıp onlara insani şartlarda hayat sağlamaya hazırız” demiş olduk. AB tarafının şimdi bunu hukuki bir zemine oturtması gerekiyordu. Yunan adalarına geçen tüm göçmenleri hemen Türkiye’ye iade edebilmeleri için ne tür hukuki zemin oluşturacakları üzerinde çalışmaya başladılar.

Yol Haritası’ndaki 72 Madde

Biz de 7 Mart Zirvesi sonrasında Türkiye’ye döndüğümüzde meşhur 72 maddelik yol planındaki maddeleri daha hızlı nasıl tamamlayabileceğimize ilişkin çalışma başlattık. Başbakan ilgili tüm bakanları toplayarak en üst düzeyde talimat verdi. “Bu çalışmalar en kısa sürede tamamlanacak ve belirlediğimiz takvim çerçevesinde bu süreç sonuçlanacak” dedi.

18 Mart mutabakatına giden yolda, 10 gün içinde bir dizi yeni kanun çıkarıldı; bazı uluslararası sözleşmelerin Meclis’te onay işlemleri tamamlandı. Böylece, 7 Mart Zirvesinden sonra Ankara’daki çalışmaları da hızlandırmış olduk.

18 Mart Mutabakatının unsurları

İki taraf da önemli Zirve için hazırlıklarını tamamlayınca 18 Martta yeni buluşma gerçekleşti. Bu defa konu önceden bilindiği için Zirve’ye ilgi de büyük oldu. Tüm AB liderleri, Zirve için Brüksel’deki Komisyon binasındaydılar.

18 Mart Zirve’sinde 7 Mart’ta sunduğumuz öneri temelinde Ege’de düzensiz göçün kontrol altına alınmasına yönelik resmi mutabakata varıldı. 18 Mart Mutabakatının unsurları şunlardı:

*20 Mart itibariyle 5 Yunan adasına (Midilli, Sakız, Sisam, İleryoz ve İstanköy) giden düzensiz göçmenlerin ülkemizce alınması,

*Alımların 4 Nisan tarihi itibariyle başlaması ve “1’e 1” formülü şeklinde özetlenebilecek mekanizma çerçevesinde aldığımız her bir Suriyeli karşılığında aynı gün ülkemizdeki Suriyelilerden AB’ye yeniden yerleştirme yapılması,

*“1’e 1” formülünden ayrı olarak, Ege’de yasadışı göçün kontrol altına alınmasıyla birlikte Gönüllü İnsani Yeniden Yerleştirme Programı başlatılması (Bu program yasal göçün önemli bir bileşenidir),

*AB’nin ülkemizdeki Suriyeliler için taahhüt ettiği 3 milyar Euro’luk kaynağın transferinin hızlandırılması, bu kaynağa ek olarak 2018 sonuna kadar 3 milyar Euro tutarında ek kaynak oluşturulması,

*Vatandaşlarımızın Schengen alanına vizesiz seyahatlerinin en geç Haziran 2016 sonunda sağlanması,

*33 no’lu “Mali ve Bütçesel Hükümler” faslının Hollanda dönem başkanlığı sırasında müzakerelere açılması,

*Gümrük Birliği güncelleme çalışmalarının sürdürülmesi,

*AB ile Suriyelilerin Suriye içinde yaşam koşullarının iyileştirilmesi ve sınırımıza yakın güvenli bölgelerde yaşamaları için iş birliği yapılması.

Mutabakat’ın imzalandığı AB-Türkiye Zirvesi kapanış basın toplantısı

Mutabakat 18 Mart tarihli olmasına rağmen bunun uygulama tarihi olarak 20 Mart’ın belirlenmiş olmasının nedeni şuydu: Görüşmelerin yapıldığı günlere kadar Yunan adalarına gidenlerin geri alınmasıyla ilgili bir yükümlülük altına girilmemesi konusunda anlaşma sağlanmıştı. Bu nedenle Yunan tarafı, 20 Mart’a kadar adalardaki tüm yasadışı göçmenleri anakaraya taşıyacak, 20 Mart itibariyle adalarda bir tek göçmen bile kalmayacaktı. Bu tarihten sonra gelenler de süratli bir işlemden sonra, uyruklarına bakılmaksınız Türkiye’ye gönderileceklerdi.

Yunanistan üstlendiği görevi yerine getirdi ve adaları boşalttı. 20 Mart’tan sonra gelenler ise Türk göç görevlilerinin de nezaretinde işleme tabi tutuldu. Dünyanın gözü mutabakatın uygulanmasına çevrilmişti. Bazı sivil toplum örgütleri bu mutabakatın uluslararası hukuka ve insan haklarına aykırı olduğunu ileri sürüyor, çok etkili olmamakla birlikte bu yönde gösteriler düzenliyorlardı. Göç konularıyla ilgili BM’nin en önemli kuruluşu BM Mülteciler Yüksek Komiserliği ise bazı çekinceleri olmakla birlikte, Türkiye’deki mültecilerin konumunun diğer dünya ülkelerindeki mültecilerin konumlarından çok daha iyi olduğunu bildiği için mutabakatı benimsedi, olumsuz hiçbir açıklama yapmadı.

Bu öneriyi hazırlayanlar olarak biz şöyle düşünüyorduk: Mutabakatı başlatalım, bir hafta, bilemediniz 10 gün içerisinde Yunan adalarına geçen yasadışı göçmen sayısı duracak, kimse artık karşıya geçmek istemeyecektir. Nitekim öyle de oldu, daha henüz mutabakat açıklanmadan, “nasıl olsa iade edileceğim, neden hayatımı riske atayım, bir yığın da para ödeyip karşıya geçeyim ki” diyenler bu maceraya girmekten vazgeçti. Mart ayının sonuna doğru geçişler durma noktasına, insan kaçakçıları da iş yapamaz duruma geldi. Denizde yolunu şaşıran, tekneleri batıp ölen insan haberleri de bir anda sona erdi. Sonuçta, bu gelişmeler bizi de Avrupa Birliğini de mutlu etti. Tabii en çok sevinenler de Yunanlılar oldu.

Beklenmedik bir gelişme: Davutoğlu Başbakanlığı bırakıyor

Mutabakatın uygulamaya geçmesiyle birlikte biz de 72 madde üzerindeki çalışmalarımızı daha da yoğunlaştırdık. 72 Yol Haritası kriterinin her birinde yapılan çalışmaları sık aralıklarla güncelleyerek AB Komisyonu’yla paylaşıyorduk. AB bizim bu kadar kısa sürede bu kadar hızlı hareket etmemizden memnundu. Yayınladıkları vize raporlarında bu gelişmeler vurgulanıyor ve anlaşmanın olumlu ilerlediği kaydediliyordu. Bu dönem içerisinde ben ve meslektaşlarım da, ülkemizde ve yurtdışındaki değişik toplantılarda mutabakatı anlatıyor ve uygulanmasına ilişkin bilgiler veriyorduk.

4 Mayıs’ta Vize İlerleme Raporu açıklanacak ve bu raporda gelinen nokta özetlenerek, süreçte bundan sonraki aşamalara ilişkin yönlendirme yapılacaktı. Vize İlerleme Raporu 4 Mayıs günü yayımlandı. 72 Yol Haritası kriterinden 65’ini tam olarak yerine getirdiğimizi kayıt altına alan rapor, Avrupa Parlamentosu ve AB Konseyi’ne vatandaşlarımız için vize serbestisi başlatılmasına ilişkin yasama önerisini yaptı. Bu bizim arzu ettiğimiz bir gelişmeydi. Artık vize muafiyetine bir adım daha yaklaşmıştık. Bakanlık olarak raporla ilgili yaptığımız basın açıklamasında “raporu memnuniyetle karşıladığımızı ve vatandaşlarımızın AB’ye vizesiz seyahat etme imkanına en yakın noktada bulunduğumuzu” belirttik.

Ama pembe tablo AB’nin bu raporunun yayınlandığı gün renk değiştirmeye başladı. 1 Kasım’da rekor bir oyla yeniden tek başına iktidar olan Ak Parti yönetiminde yaşanan sorunlar kontrol edilemez duruma gelmişti. Başbakan Davutoğlu Cumhurbaşkanıyla arasında bir anlaşmazlık olmadığı görüntüsü vermeye çalışmakla birlikte, siyaseti yakından izleyenler ayrılık zamanının yaklaştığını fark ediyorlardı. Hükümetteki en yakın arkadaşları Merkez Yönetim Kurulunda gıyabında imza toplayıp Başbakanın altındaki halıyı biraz daha çekince Davutoğlu göreve devam edemeyeceğini anladı. 4 Mayıs akşamı Cumhurbaşkanını ziyaretinde parti genel başkanlığından ayrılma ve partiyi kongreye götürme kararı aldığını bildirdi.

Ankara’daki siyasi deprem bizim göç mutabakatımızı da derinden etkileyecekti. Zaten Başbakanın AB ile yaptığı anlaşmada Cumhurbaşkanına danışmadığı, onun ön onayını almadığı söyleniyordu. Hükümetten uzaklaşmasıyla yeni yönetimin bu projeye hiç sahip çıkmayacağı yönünde tahminler yapılmaya başlandı. Bu tahminler kısa zamanda doğrulandı; “Yol Haritası”nda olup da halen tamamlanmamış birkaç madde kalmışken Cumhurbaşkanımız terör kriterindeki beklentiyi karşılamayacağımızı açıkladı. “Biz yolumuza gidiyoruz, siz de yolunuza gidin, kiminle anlaşabiliyorsanız onunla anlaşın” dedi. Bu projeye canla başla sahip çıkan biz bürokratlar için hüsran zamanı başlamıştı. Çaresiz, gelişmeleri izlemeye, ama yine de mutabakatı mümkün olduğunca öldürmemeye gayret ettik.

Göçmen Mutabakatı sahipsiz kalıyor

Yeni bir ilerleme sağlanamasa da mutabakat ayakta kaldı. AB tarafı bir yıl önceye dönmeyi hiç istemiyordu. Bu nedenle çalışmalara devam etmeye hazır olduklarına dair açıklamalar yaptılar. AB Komisyonu Başkanı Juncker 12 Mayıs’ta, “Türk Hükümetiyle anlaşmaya varıldı, Başbakanın gidişi AB ve Türkiye arasındaki anlaşmaların yok sayılması anlamına gelmez” dedi. Bizim taraftan ise Avrupalıları suçlayan beyanların sayısında artış oldu. Cumhurbaşkanı 22 Haziran’da, “Bu millet oradan gelecek vizeymiş, kabulmüş bunların peşinde değil, asıl siz Türkiye’nin peşindesiniz. Siz verdiğiniz sözde durmuyorsunuz, sizin çirkin yüzünüz bu. AB müzakereleri için referanduma gidebiliriz​” şeklinde açıklamada bulundu.

Hızımız bir anda kesilmişti. Oysa AB’nin kriterlerle ilgili beklentilerini kısa süre içerisinde tamamlayıp 1 Temmuz’da vizesiz döneme geçecektik. AB’nin Ankara Delegasyonu Başkanı Alman uyruklu Büyükelçi Haber 14 Mayıs günü yaptığı bir konuşmada vize süreciyle ilgili gelişmelerden söz ederken, “bizde bir atasözü vardır: Türk gibi başlanır Alman gibi bitirilir. Ama burada tersi oldu. Alman gibi başlandı, Türk gibi bitirildi.” deyince ortalık karıştı. AB Bakanı Volkan Bozkır, Büyükelçinin sözleri hakkında Türk milletine açıklama yapması gerektiğini söyledi. Büyükelçi Haber bir açıklama yapmadı, ama bir ay sonra AB Dış İlişkiler Servisi kendisini Ankara’daki görevinden aldı.

Yeni hükümetin kurulması sonrasında mutabakat buzdolabında tutulmaya devam edildi. Dondurulmadı, tamamen yok edilmedi; ama bir an önce sonuçlanması yönünde de bir adım atılmadı. Liderler düzeyinde görüşmeler yapıldı; her görüşmede vize serbestisine yönelik çalışmaların devam etmesi ve kalan kriterler bakımından ilerleme sağlanması kararlaştırıldı. Bununla birlikte bu ilerleme bir türlü sağlanamadı. Buna karşılık Avrupa Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi 12 Temmuz’da, Ukrayna, Gürcistan ve Kosova vatandaşlarına vize muafiyeti getirilmesine onay verdi.

Göç Mutabakatı terör kanunundaki değişiklik maddesine takılmışken 15 Temmuz günü FETÖ Türkiye’de darbe girişiminde bulundu. Darbe teşebbüsü, bekleneceği gibi, Mutabakat’ı olumsuz yönde etkiledi. 18 Mart Mutabakatının önemli bir unsuru olan, geri dönüşleri koordine etmek üzere anlaşmanın ilk günlerinde Yunan adalarında konuşlandırılan 25 göç irtibat yetkilisi İçişleri Bakanlığınca geri çekildi. Darbe teşebbüsüne katılan 8 askere Yunanistan’ın kucak açması ve bunları iade etmemesi de mutabakata ayrı bir darbe indirdi.

Mutabakat’ın uygulanmayacağına ilişkin beyanlar

Bu arada Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, “Ekim ayına kadar vize serbestisi sağlanmadığı takdirde ülkemizin 18 Mart Mutabakatı ve Türkiye-AB Geri Kabul Anlaşması’ndan vazgeçeceğini” açıkladı. Cumhurbaşkanı da, “Şu anda 3 milyon sığınmacıyı ağırlıyoruz. Ancak AB’nin tek endişesi onların topraklarına ulaşması. Türk vatandaşlarına vize karşılığında sığınmacıların geri kabulünü bize teklif ettiler. Geri kabul ve vize muafiyetinin 1 Haziran itibarıyla yürürlüğe girmesi gerekiyordu. Şu anda Ağustos ayındayız ancak hâlâ vize muafiyeti yok. Taleplerimiz karşılanmazsa, geri kabuller mümkün olmayacak.” dedi. Buna karşılık AB tarafı aynı söylemine devam ediyordu. 9 Ağustos’da Almanya Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier basına verdiği demeçte “Vize serbestisi ancak şartların yerine gelmesiyle mümkün olur. Şu anda bu söz konusu değil” dedi.

Vize muafiyeti sürecindeki 72 maddenin hemen tamamını yerine getirdiğimiz halde konu terörizm kanununda yapılması gereken değişiklikte tıkandı. Biz her düzeydeki görüşmelerimizde “böyle bir dönemde terör kanununu değiştirmeyi değil; üzerinde konuşmayı bile uygun görmeyiz” dedik. AB ise, “bu konu 2013 yılında Geri Kabul Anlaşması imzalandığında üzerinde mutabakat sağlanan yol haritasında da öngörülmüştü. Sizin terörle mücadelenizi önlemeyi istemeyiz; kanunu AB standardına getirmeniz bizim için yeterli olur” diyordu.

Avrupa Birliği, mutabakattan ümidini hiçbir zaman kesmedi. AB Komisyon başkanının birinci yardımcısı Timmermans birkaç kez Türkiye’ye geldi, bakanımızla görüştü. Bakan bey de AB bakanı Ömer Çelik ile birlikte Brüksel’i ziyaret etti ve vize muafiyet sürecinin nasıl ilerleyebileceği konusunu görüştü. Bu ziyarette ben de vardım. Ama biz bu toplantıda duruşumuzda bir değişiklik olmadığını söyledik; “terörizm yasamızda bu dönemde bir değişiklik yapamayız” dedik. Oysa ben terör yasası konusunda bir ara yol bulabiliriz; kozmetik değişiklik bile yapsak AB’nin bunu kabul etmeye hazır olduğunu düşünüyordum. Ama kozmetik de olsa, bir değişiklik yapmaya yanaşmadık süreç boyunca.

AB ile mutabakat sürecini Konsolosluk Genel Müdürlüğündeki bürokrat arkadaşlarımla birlikte yürüttüm. Bu konuyla ilgilendiğim yaklaşık bir yıl, meslek hayatımın en heyecan duyduğum dönemi oldu. Ege’deki trajik ölümlerin azalmasında, bu sürecin başından itibaren gece-gündüz demeden, canla başla gayret sarf eden Konsolosluk birimindeki arkadaşlarımın özverili çalışmalarını unutmam mümkün değildir.

Mutabakat’ın sonuçları ne oldu?

Proje hız kaybetmekle birlikte sonlanmadı. Sanırım elde edilen olumlu sonuçlardan dolayı iki taraf da mutabakatı sonlandırmak istemedi. Mutabakat’ın belli başlı sonuçlarını aşağıda paylaşmak istiyorum.

BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (BMMYK) verilerine göre;

*2015’te 856.723 düzensiz göçmen Ege Denizi’ni kullanarak AB ülkelerine ulaştı. Düzensiz göçmenlerin uyruklara göre dağılımı şöyle: %56 Suriye, %24 Afganistan, %10 Irak, %7 Diğer, %3 Pakistan.

*Aynı yıl Ege Denizi’nde hayatını kaybeden düzensiz göçmen sayısı 800’dü. Bu sayı ülkemizle AB arasında 18 Mart 2016 tarihinde varılan Mutabakata kadarki üç aylık dönem de dikkate alındığında 1.000’i geçmektedir. Anılan dönemde tüm Akdeniz’de 4.000 can kaybı yaşandı.

*Ekim 2015’te günlük düzensiz geçiş ortalaması 7.000’di. 20 Ekim günü geçişler zirveye ulaşarak 10.006 oldu. 

Yine BMMYK verilerine göre;

*Mart 2016’da toplam 26.971 olarak gerçekleşen düzensiz geçişler Nisan 2016’da keskin şekilde %87 oranında azalarak 3.650’ye düştü.  

*Mutabakatın uygulanmaya başladığı 4 Nisan’dan sonra Ege Denizi’nde düzensiz geçişler günlük ortalama 69 civarında seyretti. Aylar itibariyle dağılım ise şöyleydi: (2016) Nisan-122, Mayıs-55, Haziran-52, Temmuz-62, Ağustos-111, Eylül-103, Ekim-96, Kasım-66, Aralık-54, (2017) Ocak-45, Şubat-39, Mart-29.

*Ekim 2015’te yaşanan günlük 7.000’lik ortalamayla karşılaştırıldığında, ülkemiz mutabakatla düzensiz göçü %99 oranında azalttı.

*18 Mart 2016’dan sonraki bir yıl içinde Ege Denizi’nde karasularımızda toplam 20 can kaybı yaşandı (Sahil Güvenlik Komutanlığı verisi).

*Mutabakat ve çabalarımız en az bir milyon düzensiz göçmen üzerinde caydırıcı etki yarattı.

Ayrıca, mutabakat çalışmaları sırasında çok sayıda mevzuat değişikliği yapıldı ve uzun süredir bekleyen bazı önemli yasa, yönetmelik ve eylem planları çıkarıldı; uluslararası sözleşmelerin onay işlemleri tamamlandı.

Konuya ilişkin Dışişleri Bakanlığı’nın bilgilendirmesi (Soru-Cevap formatında)

Projenin akim kalmasının nedeni Zirvedeki iletişim sorunu olabilir mi?

AB ile yaşadığımız süreçte en önemli gün, ikinci AB-Türkiye Zirvesi için Brüksel’e gittiğimiz 6 Mart’tı. Brüksel uçağında yaşadıklarımız gerçekten heyecan vericiydi. “Oyun değiştirici” dediğimiz teklifi yaptıktan sonra diğer bürokrat arkadaşlarımız konuşma notlarını hazırlarken Başbakanın bu kararı alırken Cumhurbaşkanına danışıp danışmadığını düşündüm. Uçakta geliştirilen bu karar öncesinde veya sonrasında böyle bir görüşme olduğunu sanmıyorum.

Sonraki gelişmeler Cumhurbaşkanının bu projenin Ahmet Davutoğlu projesi olarak anılmasından mutlu olmadığını gösterdi. “Ey Avrupa” diye başlayan açıklamalarında da anlaşmayı destekleyici ifadelerden kaçındı; hep AB’yi sözünde durmaya davet etti. Sonraları mutabakatı bozabileceğimizi de söyledi; ama buna hiçbir zaman teşebbüs etmedi. Anladığım kadarıyla, mutabakatın bir başarı hikayesine dönüşmesinden bazı kesimler pek hoşlanmamıştı. Oysa projeye keşke Davutoğlu’nun başbakanlığı bırakmasından sonraki dönemde de sahip çıkılsaydı da uzun yıllardır beklediğimiz, Türk vatandaşları için Avrupa ülkelerine vize muafiyeti 2016 yılı Temmuz ayında hayata geçebilseydi…


Son notlar

Vize mutabakatının kısa öyküsünü burada sonlandırıyorum. Farkındayım, biraz uzun oldu. Belki kısaltabilirdim; ancak bazı ayrıntılar bugüne kadar hiç yazılmadığı için bu süreci başından sonuna kadar yaşayan bir bürokrat olarak bildiklerimi ve duygularımı paylaşmak istedim.

Bugün geldiğimiz noktada durum şudur: Biz on yıllarca önce “eski Türkiye”deyken Avrupa ülkelerine elimizi kolumuzu sallayarak seyahat edebiliyorduk. Ancak son kırk senedir Avrupa’da hiçbir ülkeye vize almadan gidemiyoruz. Yaşadığımız bu süreçte, Kosova, Arnavutluk, Ukrayna ve Gürcistan gibi ülkeler AB ülkelerine artık vizesiz seyahat edebilir duruma geldiler. Biz ise hala 40 yıl önce sahip olduğumuz vizesiz seyahat hakkından mahrumuz.

Sorun bununla da sınırlı kalmıyor, Schengen ülkeleri her geçen gün vize verme şartlarını daha da ağırlaştırıyorlar. Vize uygulamaları artık neredeyse insan haklarına aykırı boyutlar kazanmaya başladı. Vatandaşlarımızın bu süreçte aşağılanmaları, kendilerinden kısa süreli vizeler için bile Türkiye’ye geri döneceklerini ispata yarayacak çok sayıda belge istenmesi, üstüne üstlük bir de vizeler için dünya kadar harç tahsil edilmesi gerçekten anlaşılır bir şey değildir ve onur kırıcıdır.

Göçmen mutabakatından bugüne kadar beş yıl geçti. Biz beş yıldır hala Yol Haritası’nda tamamlanmamış 5-6 maddeyi konuşuyoruz. Bu maddelerin bu kadar uzun süre içerisinde sonuçlanmamış konular olarak gündemde olması izah edilemez. Avrupa Birliği ile mutabakatımızda üzerimize düşen görevi, gecikmeli de olsa tamamlayıp vize muafiyeti hakkımızı mutlaka talep etmemiz gerektiğini düşünüyorum.

—————-

Araştırmacılar için notlar:

Vize muafiyetinin sağlanması için gerekli yükümlülük üstlendiğimiz 72 kriter vardı. Bunlardan yalnız altısı sonuçlanmadı. Bu kriterler şunlardır:

Terörle mücadele mevzuatı: Bu alanla ilgili kriteri karşılamak için Türkiye’nin bugüne kadar ilettiği öneriler AB kanadının beklentilerini tam olarak karşılamıyor. AB, Terörle Mücadele Kanunu’nda, Ceza Muhakemesi Kanunu’nda ve Türk Ceza Kanunu’nda cezalandırma ve tutuklamayla ilgili ilave değişiklik talep etti. Türkiye ve AB arasındaki en tartışmalı konu bu madde. 

Kişisel verilerin korunması: Türkiye bu süreç içerisinde gerekli yasal düzenlemeyi yaptı. Ancak Avrupa Birliği olağanüstü hal ile ilgili düzenlemenin, bu kriterin karşılanması açısından sorun olduğunu belirtiyor.

Cezai konularda adli işbirliği: Bu kritere ilişkin tam anlamıyla çözüm bulunabilmiş değil. Sorunun odağında Kıbrıs’ın tarafımızdan tanınmaması ve şu aşamada mevcut politikasında değişiklik sinyali vermemesi yer alıyor.

Europol ile anlaşma: AB, anlaşmanın imzalanması için Kişisel Verilerin Korunması Kanunu’nun AB standartlarıyla uyumlu hale getirilmesi gerektiğini belirtiyor.

Yolsuzlukla mücadele: AB kanadı bu kritere ilişkin pratik adımlar üzerine yoğunlaştı. Türkiye’den TBMM Üyeliği Etik Kanunu teklifinin son durumu hakkında bilgi talep edildi.

Geri kabul anlaşması: Ankara, Türkiye üzerinden kural dışı şekilde AB ülkelerine geçiş yapan kişilerin geri alınmasına ilişkin Geri Kabul Anlaşması’nın, vize muafiyetiyle birlikte uygulanacağını bildirilmişti. AB, ikili geri kabul protokollerinin uygulanmasında da sıkıntılar olduğu görüşünde.

 

This Post Has 23 Comments

  1. Şeref Akın

    Sayın Büyükelçim, antlaşmanın dolayısıyla Schengen vize serbestiyetisi hakkının bozulması “terörle” ilgili maddeden kaynaklandı -en azından görünüşte-. Bu konuyla ilgili olarak: Birincisi AB ve Türkiye yaklaşımlardaki fark ne idi? İkincisi mutabakat metni imzalandıktan sonra bize uymaz denilebilir mi? Bu arada terörle ilgili maddenin metne neden girdiğini nasıl müzakere edildiği hususunda aydınlatıcı olursanız memnun olurum. Üçüncüsü, Davutoğlu sonrası, neden buna itiraz edildi? Devletteki devamlılık ilkesine aykırı bir durum gibi görünmektedir. Dördüncüsü maddeyle ilgili kozmetik yaptırmaktan bahsediyorsunuz. Nasıl bir kozmetik düşünüldü?

  2. M. Murat Erdoğan

    Sayın Büyükelçim, olağanüstü önemli bir tarihi belge sunduğunuz yazınızı heyecanla okudum. 18 Mart mutabakatı konusunda hem Avrupa’dan hem Türkiye’den 80’e yakın karar verici, diplomat, akademisyen ve uzman ile yaptığımız mülakatları derlediğimiz raporumuzu tamamlamak üzereyiz. Sizinle de kısa zaman içinde sözünü aldığımız görüşmeyi yapacağız. Bu bakımdan da yazıklarınız çok faydalı oldu. Konuya ilgili herkesin okuması gerekiyor. Müsaadenizle benim 4 teknik sorum var: 1. Mart 2016 itibari ile 5 Yunan adasındaki sığınmacı ve düzensiz göçmen sayısı konusunda bir bilgimiz var mıydı. 2. Sizin de vuguladığınız gibi Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçmeye çalışanların sadece % 56’sı Suriyeli idi. Geri kalan % 44 diğer ülkelerden. Suriye’de savaş vardı ve Suriyelilere açık kapı politikası uyguladık. Ama diğerlerinin Türkiye’de olması da, Türkiye’den geçmesi de (transit niyetle de olsa) benim hala kolay açıklayamadığım bir durum. Bu grupların varlığı ve Türkiye’ye girişi konusu müzakerelerde ele alındı mı. Yani vizelerin kaldırılması konuşulurken, Türkiye’nin özellikle düzensiz göçmenler bakımından sınır güvenliği konusu bir sorun olarak algılandı mı? 3. “Mütabakat”ın AB’yi bağlayan hukuki bir “anlaşma” olduğu konusunda tartışmalar var, biz bu konuda bir talep ortaya koyduk mu? 4. Bu süreçte AB tarafının Cenevre Sözleşmesindeki coğrafi kısıtlama konusunda bir talebi oldu mu? Ve bir de naçizane bir tespit: Haklısınız, 20 Mart sonrasında Ege’de ölümler azaldı. AB tarafı da bu mütabakatı en çok bu cümle ile olumluyor. Ama geçen hafta IOM verilerine göre yaptığım “oransal” hesaplamada, her 100 geçen kişi başına kayıplara bakınca, bunun garip biçimde en düşük 2015’de en yüksek ise 2016-2017 olduğunu gördüm. Çünkü denetimler artınca, geçmek isteyenler için de riskler de artmış oldu. Her bir insan hayatı önemli, tek bir kişi bile Ege’de boğulmasın. Ne kadar az o kadar iyi. Ama bir de bu gözle bakmak ilginç olabilir.
    Tekrar bu önemli kaynağı biz araştırmacılara büyük bir açıklık ve samimiyetle sunduğunuz için çok teşekkürler ediyorum. Saygılarımla. Prof. Dr. M. Murat Erdoğan

    1. Naci Koru

      Değerli Hocam,

      Göç Mutabakatıyla ilgili yazıma yaptığınız yorum için teşekkür ederim. Bu konunun önemi konusunda sizinle aynı düşüncedeyim. Zaten yazımı bu kadar uzun yazmamın nedeni de buydu; yazı arşivde yerini alsın istedim.

      Yorumunuzdaki soruları ben de aynı sırayla cevaplamak istiyorum:

      1. Mart 2016 itibari ile 5 Yunan adasındaki sığınmacı ve düzensiz göçmen sayısı konusunda bir bilgimiz var mıydı?

      Yunan adalarındaki sığınmacı ve düzensiz göçmen sayıları resmi olarak açıklanmıyordu. Ama sayının yüksek olduğunu biliyorduk. Bunun için de bu mutabakatı yaparken öncelikle adalardaki sığınmacıların tümünün mutabakatın yürürlüğe gireceği tarihe kadar anakaraya gönderilmesini talep ettik. Bunu tespit etmek üzere Göç Genel Müdürlüğünden ekipleri de bu adalarda görevlendirdik. Yunan makamları Mutabakata uyarak öngörülen tarihe kadar adalardaki sığınmacıları taşıdılar.

      2. Sizin de vurguladığınız gibi Türkiye üzerinden Avrupa’ya geçmeye çalışanların sadece % 56’sı Suriyeli idi. Geri kalan % 44 diğer ülkelerden. Suriye’de savaş vardı ve Suriyelilere açık kapı politikası uyguladık. Ama diğerlerinin Türkiye’de olması da, Türkiye’den geçmesi de (transit niyetle de olsa) benim hala kolay açıklayamadığım bir durum. Bu grupların varlığı ve Türkiye’ye girişi konusu müzakerelerde ele alındı mı. Yani vizelerin kaldırılması konuşulurken, Türkiye’nin özellikle düzensiz göçmenler bakımından sınır güvenliği konusu bir sorun olarak algılandı mı?

      Bu konu zaten AB ile yürüttüğümü geri kabul anlaşması görüşmeleri sırasında ayrıntılı bir şekilde ele alınan bir konudur. Biz de Türkiye olarak Türkiye’nin adeta bir “yol geçen hanı”na dönüşmesinden rahatsızdık. Bazı ülke vatandaşları Batı sınırlarımızdan Yunan adalarına geçişin çok kolay olduğunu öğreniyor ve çoğu yasal yollardan olmak üzere ülkemize girip bu yolu deniyorlardı. Bu Mutabakatın uygulamaya geçirilmesiyle bu girişlerin de önüne geçileceğini düşündük. Nitekim öyle oldu; Yunanistan’a geçiş zorlaşınca bu ülkelerden girişler de durdu. Ayrıca buna paralel olarak üçüncü ülkelerden gelmekte olan Suriyeliler için de vize uygulaması başlattık. Bu da Suriyelilerin gelişlerini durdurdu veya azalttı.

      3. “Mutabakat”ın AB’yi bağlayan hukuki bir “anlaşma” olduğu konusunda tartışmalar var, biz bu konuda bir talep ortaya koyduk mu?

      Aslında bu bir Mutabakat. Altı imzalanan bir hukuki metin yok. Ama her iki taraf da bu metin üzerinde mutabık olduklarını çeşitli araçlarla ilan ettiler. Ancak dediğim gibi, uluslararası hukuka göre düzenlenmiş, anlaşmazlık durumunda neler yapılacağını vs belirleyen maddeleri olan bir metin değil bu.

      4. Bu süreçte AB tarafının Cenevre Sözleşmesindeki coğrafi kısıtlama konusunda bir talebi oldu mu?

      Hayır, AB tarafının böyle bir talebi olmadı bizden.

      Ve bir de naçizane bir tespit: Haklısınız, 20 Mart sonrasında Ege’de ölümler azaldı. AB tarafı da bu mütabakatı en çok bu cümle ile olumluyor. Ama geçen hafta IOM verilerine göre yaptığım “oransal” hesaplamada, her 100 geçen kişi başına kayıplara bakınca, bunun garip biçimde en düşük 2015’de en yüksek ise 2016-2017 olduğunu gördüm. Çünkü denetimler artınca, geçmek isteyenler için de riskler de artmış oldu. Her bir insan hayatı önemli, tek bir kişi bile Ege’de boğulmasın. Ne kadar az o kadar iyi. Ama bir de bu gözle bakmak ilginç olabilir.

      Oransal ölümlerin sonraki yıllarda daha yüksek olmasının yanlış bir değerlendirmeye neden olmaması için şunları paylaşmak isterim: Örneğin ölüm oranı binde bir olduğunda bir milyon kişinin Yunan adalarında macera yaşadığını düşündüğümüzde (aylık sayı 200 bin civarındaydı) ölüm sayısı yılda bin kişi olur. Daha sonraki yıllarda hayatlarını kaybedenlerin oranı binde bir yerine yüzde bir de olsa, yıl içinde bin kişi geçmeye teşebbüs ettiğinde ölü sayısı 10 olur. Dolayısıyla ölüm oranındansa kaçmaya teşebbüs edenlerin ve yıl boyunca boğularak hayatını kaybedenlerin sayılarının değerlendirilmesi daha uygun olacaktır. Önemli olan Mutabakat’ın Ege denizi üzerinden karşı adalara geçişi prensip olarak durdurmasıdır.

      Umarım sorularınıza tam olarak cevap vermişimdir.

      Başka sorularınız olursa bana her zaman yazabilir, telefon edebilirsiniz.

  3. Mehmet Emin Erpolat

    Çok değerli bir projenin, bireysel yaklaşımlar veya sağ duyulu olmayan, siyasal reaksiyonlarla heba edilmesi son derece üzücü. Maalesef kaybedilen avantajlara tekrar ulaşmak kolay olmuyor. Umarım gelecek günlerde aklı selim hakim olur ve Türkiye-AB ilişkileri karşılıklı menfaatler çerçevesinde güçlenir.

  4. Sedef Oconnell

    Naci bey, yazınızı çok ilginç buldum, bu detayları hiç bilmiyorduk!
    Sizi tebrik ederim, her zaman en yerinde fikirleri üretmişsinizdir!
    Ayrıca anlatımınız da mükemmel! Teşekkürler

    1. Murat Hepbildik

      Kusura bakmayın ben türkiyeyi kötülemek istemiyorum ama burada bir eksiklik var avrupanın türkiyeye vize uygulamasında tek suçlu türkiye hükümetidir avrupayı tehdit ederek türk vatandaşlarına vize uygulamasının arkasında türk hükümeti bulunmakta bunuda bilmenizi arz ederim..Osmanlı kendi vatandaşına herzaman bilerek tokat atıp avrupalıya bu anlamda destek vermiştir ne diyorlar türkün türkten başka dostu olmaz bunlar bir hayel ürünüdür hakikatte türkün tek düşmanı yine türktür ben bu bilgileri buraya üzülerek yazdım hem bizler avrupa insanına göre çok cahil ve aptal bir milletiz bunuda kabul edin..Saygılarımla

  5. Ulvi Saran

    Oldukça özlü ve aydınlatıcı bir yazı…

    Türkiye’nin yakın dönem dış ilişkiler tarihine ve çeşitli ülkelerle diplomatik ilişkilerimizin gelişmesine dair yeni şeyler öğrendim.

    Örneğin 1970’lerin sonuna kadar, İngiltere başta olmak üzere bir çok Avrupa ülkesine vizesiz olarak gidebildiğimizi bilmiyordum.

    Vatandaşlarımızın genelde Türk diplomasisine ve Dışişleri Bakanlığı’nın hizmet ve faaliyetlerine uzak kalmasında, nüfusumuzun sadece sınırlı bir bölümünün
    yurt dışında yaşama veya yurt dışı seyahatlere çıkma şansına sahip olmasının etkili olduğunu düşünüyorum.

    Ülke halklarının dış ilişkiler ortam ve süreçlerine katılım yoğunluklarını ölçen uluslararası “sosyal ve turistik
    hareketlilik endeksi” gibi bir ölçüm ve değerlendirme aracı var mı, bilmiyorum. Ancak gördüğüm kadarıyla ülkelerin refah düzeyleri, uluslararası kültürel, ticari ve turistik ilişki yoğunlukları arttıkça, diplomasi ve uluslararası ilişkiler alanındaki bilgi birikimleri de artıyor.

    Bu alanlarda hissedilen eksiklikleri giderecek bilgilerin, lise ya da üniversite eğitimi aşamalarında uygun görülecek bazı ders programları arasında verilebileceğini düşünüyorum.

    1. Naci Koru

      Yorumunuz için teşekkür ederim Sayın Valim. Sizin de belirttiğiniz gibi, dışişleri bakanlığının faaliyetleri kamuoyumuzda pek bilinmiyor. Göçmen krizi konusu da içişleri bakanlığımız ile birlikte dışişleri bakanlığı tarafından izlendi. Konunun dış ilişkileri boyutunu tamamen dışişleri üstlendi. Bugün de AB ile görüşmeleri dışişleri bakanlığımız yürütüyor.

  6. Seyfi Genç

    Merhaba,
    Vize konusunda en muzdarib olanlardan biri olarak şunu sormak istiyorum: Bir vatandaş olarak bizim vize sorunumuzu çözmesi gerekenlerde diplomatik, gri veya yeşil pasaport olduğu sürece (özellikle de ayrımcılık pasaportu olan “special passport” yeşil pasaport) el elin vizesini türkü çağırarak muaf etmeye çalışmaz mı?
    (Vizelerin konulması sırasında bizim bürokratlara AT’nin verdiği yeşil pasaport rüşvetini ve o süreci de başka bir yazıda anlatmanızı rica ederim)

    1. Naci Koru

      Sanmıyorum. Üst düzey bürokratlar olarak hepimizin vizeden muaf pasaportlarımız vardı. Ama tüm arkadaşlarımız özveriyle bu Mutabakatın başarıyla sonuçlanıp vize muafiyetinin başlaması için çalıştı. Bu konu bir grubun vizesiz seyahat etmesi konusu olarak görülemez bence. Bundan daha önemlisi ülkenin itibarının korunmasıdır. Bizimle aynı kategoride olamayacak ülkeler rahatlıkla seyahat ederlerken bizim Türk vatandaşları olarak çok sayıda ülke için vize almak mecburiyetinde kalmamız gerçekten en hafif anlatımla inciticidir. Yazıda da belirttiğim gibi, bugün bu eksik kriterleri tamamlasak batılı muhataplarımızdan bu anlaşmanın gereğini yerine getirme hakkımız doğacaktır. Ama nedense bir türlü o aşamaya gelemiyoruz.

  7. Şakir Fakılı

    Önemli ayrıntılar için çok teşekkürler. AB’nin göç kartına karşı kullandığı vize muafiyeti insanlarımız için değerli. Türkiye 1951 Cenevre Mülteci Sözleşmesini imzalarken, Avrupa Konseyi üyeleri dışındaki ülkelerden, yani doğusundan ve güneyinden gelecekleri mülteci olarak kabul etmeyeceğine dair rezerv koymuştu.. Belli ki ülkenin göçmen deposu olmasından korkmuşlar.. AB bugün doğudan gelen düzensiz göçün kontrolü konusunda eskisine göre daha kendinden emin görünüyor. Vize muafiyetinin kilidi Almanya, eskiden beri bizden işsiz akınına uğramaktan korkuyor, vize muafiyeti meselesini sonuçlandırmaya yanaşmıyor. AB’nin “Türkiye’ye mali destek verelim, sığınmacılara onlar baksın” siyaseti maalesef bizi beş milyon Suriyeliyle başbaşa bırakmış görünüyor.

  8. Cihangir Aydın

    Valla AB’nin istediği zaman hangi ülkelere vize serbestisi uyguladığı ortada…Kriter filan geçiniz yani, bunlar boş işler.

    AB’nin vize serbestisi ilgili Davutoğlu ilk açıklama yaptığında bile insanlar gülüp eğlendi çünkü herkes bunun gerçekleşmeyeceğinden adı gibi emindi…O yüzdenherkes dalga geçti.

    Vize serbestisi saçmalığını AB’nin koz yapmasına izin verilmemeli…Vize serbestisi vermiyorlarsa vermesinler dünyanın sonu değil

  9. Fehmi Koru

    Son zamanlarda AB ile yakınlaşma arzusu yeniden depreşmiş, reform sözleri güçlü biçimde verilmeye başlanmıştı. Bu gelişmeyi gözleyip vizesiz Avrupa konusu bu defa ciddiye alınır derken her yeni gelişme o hedeften uzaklaşma getirecek gibi. Yazının zamanlaması bu konularda karar verecekler için yerinde bir uyarı aslında. Arşivlik bir yazı.

  10. M. Emin ZARARSIZ

    Bir konuyu da merak ediyorum. Kalan altı kriter şimdi yerine getirilse, Mutabakatın gereği yerine getirilerek vize uygulaması kaldırılır mı?

    1. Naci Koru

      Mutabakat gereğince tabiatıyla vizelerin kaldırılması gerekir. Ama biz bu aşamaya gelmediğimiz için bunu talep edemiyoruz. Ülkeler imzaladıkları metinlerle bağlı kaldıklarını göstermek zorundadırlar. Benim şahsi kanaatim eğer biz tüm kriterleri tamamlarsak vize muafiyeti sorunda mutlaka sağlanacaktır. Yorumlar arasında önceki AB daimi temsilcimiz büyükelçi Selim Yenel bu konuda ortamın müsait olmadığını söylüyor. Onun görüşü benimkinden biraz farklı.

  11. M. Emin ZARARSIZ

    Sürece ilişkin detaylı bilgi için teşekkür ederim.
    Küçük bir çelişkiye işaret etmek istiyorum. 1980 öncesi Avrupa’ya vizesiz gidilebildiğini kişisel tecrübeniz ile bildirirken 1975-76’da İsveç, Norveç ve Finlandiya’nın vize uygulamasına başladığını ifade ediyorsunuz.

    1. Naci Koru

      Bunu bence bir çelişki olarak görmemek gerekir. Zaten yazımda da belirttiğim gibi sadece birkaç ülke vize uygulamaya başlamıştı. Avrupa’nın diğer tüm ülkelerine vizesiz dolaşım olabiliyordu. Vize uygulayan ülkeler de bunu özel bir sebeple yaptığını söylüyorlardı.

  12. Ahmet Öngel

    Sayın Büyükelçim çok güzel bir yazı olmuş tebrik ederim

  13. Selim Yenel

    Şimdi okudum. Anlatman iyi olmuş. Heyecanı birlikte yaşadık. Tam bir netice elde edecekken altımızdan halı çekildi. Yazık oldu. Hala altı kriterle uğraşıyoruz. Ancak hava çok değişti. Vize muafiyeti artık iyice zorlaştı.
    Sevgiler

    1. Naci Koru

      Yorumun için çok teşekkür ederim sayın Büyükelçim.
      Keşke süreç başladığımız hız ve heyecanla devam etseydi.
      Siyasi irade vardı; biz bürokratlar bu konunun önemine inanmıştık. Gece gündüz çalışarak vatandaşlarımızın Avrupa’da vizesiz dolaşabilecekleri uygulamayı hayata geçirmemize birkaç adım kalmıştı. Dönemin Hükümeti de bu çalışmaya tam destek veriyordu.
      Şahsen ben bu Mutabakat çerçevesinde yerine getirilecek kriterlerin tümünün ülkemiz için de çok önemli olduğunu düşünüyorum. Şu anda bekleyen 6 kriter tamamlandığında Mutabakat üzerindeki hakkımızın talep edilmesi hukuken ve ahlaken mümkün. Avrupalıların bunu kabul edip etmeyecekleri ayrı bir konu; ama biz hakkımız olarak bunu talep edebilecek bir duruma gelebileceğiz.

  14. Mehmet Can

    Konuyla ilgili oldukça bilgilendirici bir yazı olmuş.
    Bizim kamuoyunda da, okumuş-yazmışlarımızda da böyle önemli konularda maalesef derinlemesine araştırmalar yapılmıyor. Bir hata varsa kimseden bunun hesabı sorulmuyor.
    Siz Avrupalıların bu Mutabakat çerçevesinde Schengen bölgesi için vize muafiyeti sağlama sözü verdiklerini yazıyorsunuz. Bu konu resmi makamlarımızca takip edilmiyor mu?
    Kırk senedir Avrupa’ya vizeyle girmekten ne zaman kurtulacağız?

  15. Ali Rıza Çolak

    Sayın Koru arşivlerde yer alması gereken bir yazıya imza atmış. Kutluyorum.

    1. Naci Koru

      Teşekkür ederim Sayın Büyükelçim. Umarım konuya ilgi duyan kişiler için güvenilir bir referans kaynağı olur.

Bir yanıt yazın