Yeteri kadar derdimiz yokmuş gibi, 24 Nisan’da yayınladığı mesajda Başkan Biden’ın 1915’te yaşanan tehcir olayını ‘soykırım’ olarak tanımlamasıyla şimdi yeni bir sorunumuz daha oldu. Biden, farklı bir yoruma kapıyı kapatmak amacıyla açıklamasının giriş ve sonuç bölümlerinde iki kez ‘soykırım’ ifadesini kullandı. ‘Medz Yeghern’ ifadesini de tâli bir destek olarak yanda tuttu. ‘Suçlayıcı olmadan, yüzleşme ve arınma’ ifadesini öne çıkardı. İktidarıyla muhalefetiyle tüm siyaset erkânı ve ‘sivil toplum’ erbabı derhal seferber olup, birbirinin peşi sıra kınama mesajları yayınladık; birikip taşan toplumsal öfkemizi boşalttık. Oysa, daha geçen hafta “Türkiye’nin bu konuda rahat ve komplekssiz olması gerektiği” yetkililerimiz tarafından televizyonda ifade edilmişti
Televizyon kanallarımız bu konuyu şimdilik gündemde tutuyor, kadrolu ‘müdavim uzmanlar’ bir kanaldan diğerine koşarak yorumlar yapıyorlar. Kamuoyunda ABD’nin bu açıklamasına karşılık verilmesi talebiyle ilgili olarak zengin bir çeşitlilikte heyecan verici görüşler dile getiriliyor. Bir zamanlar Amerikan yerlilerine uygulanan soykırım ve Afrika’dan getirilen kölelere reva görülen muameleyle başlayan, Vietnam ve dünyanın dört bir yanında yapılan katliamlarla devam eden bu liste üzerinden Meclisimizde karar alınması, bu konulara ders kitaplarında yer verilmesi, aslında her 24 Nisan’da gündeme taşınan görüş ve taleplerin tekrarı olmaktan ileri gitmiyor. Yani, aslında tepkiselliğimiz yeni unsurlar taşımıyor. Ama, bilinç altımızda yaşayan bir “Pembe İncili Kaftan” sendromuyla karşı karşıyayız. Kendimizce rahatladığımızı düşünürken, sorun tüm haşmetiyle önümüzde duruyor.
ABD’nin 1915 olaylarıyla ilgili bu tavrının yeni olmadığını biliyoruz. Başkan Reagan da ABD Kongresi tarafından kurulan Holokost Müzesi’nin açılışı vesilesiyle 22 Nisan 1981 tarihinde yayınladığı Başkanlık Açıklaması’nda “Medeniyetin ne denli değerli, özgürlüğün ne denli önemli ve insanlık ruhunun ne denli kahramanca olduğunu ilelebet hatırlamalıyız. Öncesinde Ermenilerin, sonrasında ise Kamboçyalıların hedef oldukları soykırımlar ve daha çok sayıda insanın maruz kaldıkları zulümler gibi, Yahudi Soykırımı’ndan çıkartılan dersler asla unutulmamalıdır” ifadelerini kullanmıştı. ABD Başkanlarının 24 Nisan günü açıklama yapmaları Clinton döneminden itibaren gelenekselleşti. Meselenin ABD Kongresi boyutu da 1980’li yıllardan itibaren aynı zeminde gelişti. Türkiye’nin yoğun emek ve girişimleriyle ABD Başkanlarının açıklamalarında dengeyi gözetmeleri sağlanırken, ABD Kongresi’nin her iki kanadında bu şekilde bir karar alınması yaklaşık 40 yıllık süre boyunca önlendi. Bu girişimlerimiz sırasında ‘Türkiye-ABD ilişkilerinin stratejik önemi’ argümanı sıklıkla kullanıldı; muhataplarımız da bunu kabul ederek, girişimlerimizi desteklediler. Ancak tüm bu girişimlerimiz, 2019’da Temsilciler Meclisi ve Senato’nun ‘Ermeni soykırımı’nı tanıyan kararları kabul etmelerini önleyemedi. Aşağıda tartışacağımız konular arasında Türkiye’nin aşınmaya yüz tutan ‘stratejik önemi’ tam da bu nedenle yer alacak.
Avrupa’da da Rusya, Almanya, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin aralarında bulunduğu sayısı 30’u aşkın ülkenin parlamentolarının farklılaşabilen düzeyde ve içerikte, ancak son tahlilde benzeşen kararlar aldıklarını biliyoruz. ‘Soykırım’ suçunu evrenselleştirirken geriye yürütmeyen 1948 Sözleşmesi’nin etkisiyle uluslararası mahkemelerin Ermeni iddialarını destekleyen kararının bulunmamasına rağmen, yasama organlarında alınan bu ‘siyasi’ içerikli ve maksatlı ‘tanıma’ kararlarının ülkemizin itibarını ve yaslandığı ahlaki üstünlük zeminini aşındıracağı kuşkusuz. 1948 Sözleşmesi’ne atıfla bu tür karar ve açıklamaların hukuki sonucu olmayacağını ileri sürüyor olsak da, meselenin hukuktan ibaret olmadığı ve önümüzdeki dönemde başımızın ağrıyacağı, diplomasimizin daha uzun yıllar mücadeleye devam edeceği anlaşılıyor. Bu yazıda, konunun tarihi, siyasi ve hukuki boyutlarının tartışmasına girmeden bugün geldiğimiz aşamada, konunun güncel ve geleceğe dönük taraflarını irdelemek istiyorum.
Bu noktaya nasıl geldik?
Burada kendimize sormamız gereken ilk soru şudur: Bu kadar yıldan sonra, bu konuda çok hassas olduğumuzu bildiği halde Amerika neden Türkiye’yi karşısına alma kararı verdi? İkili ilişkilerin taşıdığı stratejik değer mi zemin kaybetti, dünya konjonktüründe önemli değişiklikler mi oldu, veya Türkiye’nin sahip olduğu stratejik önem mi azaldı? Yoksa, bir şekilde son yıllardaki gelişmeler mi bizi bu keskin dönemece getirdi?
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD, Birinci Dünya Savaşı’nı takip eden yıllarda uyguladığı içine kapanma/yalnızlık politikasını terk ederek iki kutuplu dünyanın en önemli oyuncusu olarak yeniden yerini almıştı. Avrupa’yla yakın ve özel ilişkiler geliştirilmiş; Atlantik ittifakı oluşmuştu. İşte o yıllardan başlayarak, Batı ittifakının içinde yer alma talebini gündeme getirmelerinin ardından, Türkiye ve Yunanistan 1952’de NATO’ya üye oldular. Bu tarihten itibaren ABD Türkiye ve Yunanistan’la ilişkilerinde daima denge ve eşitlik gözetti, ‘kayırmacı’ davranmadı. Hatırlanacaktır, bu denge, ilk defa Kıbrıs Barış Harekatı’ndan sonra bozuldu. Harekattan sonra maruz kaldığımız silah ambargosunun ardından, başta askeri yardımlar olmak üzere, ABD Kongresi’nin kararlarıyla Yunanistan ve Türkiye’ye yapılan yardımlarda 7/10 oranı gözetilmeye başlandı; bu yeni denge uzun yıllar göz önünde tutuldu.
Türk dış politikasında son yıllarda yaşadığımız yeni arayışlara kadar geçen yarım yüzyılı aşkın süre boyunca Türkiye, Batı ittifakı içinde ve NATO’daki önemli konumunu muhafaza etti. Bu dönemde yaşanan irili ufaklı sorunlara, ülkemizdeki askeri darbelere, iki ülke arasındaki görüş ayrılıklarına, uygulanan silah ambargolarına ve tanık olunan karşılıklı tehditlere rağmen bu özel ilişki hep devam etti. Ama son yıllarda gözlemlediğimiz gelişmeler bu özel ilişkileri yaraladı; onarılması hayli zor olabilecek hasarlara yol açtı.
Başkan Biden’ın ‘Ermeni soykırımı’nın ABD Yönetimi tarafından kabul edilmesiyle ilgili açıklamasının anlamlı bir okumasının yapılabilmesi için belki son dönemde yaşanan arka plan gelişmelerini sıralayıp topluca değerlendirmek yararlı olabilecektir.
1. Arap Baharı sonrasında bölgemizde yaşanan gelişmeler, özellikle Suriye’deki iç savaşa, önce Obama, daha sonra da Trump başkanlığındaki ABD Yönetimlerinin mesafeli davranması bizi Rusya ile yakınlaştırdı. Bu gelişmeler sonucunda, adeta Batı İttifakı dışına çıkarak, İttifak’ın muarızlarıyla Suriye’de kurumsallaştırılan bir işbirliğine yöneldik; ABD’yle aramıza mesafe koyduk. Astana Süreci’ni bu yorumla okuyabiliriz. Bu süreçte, ABD nazarında ‘müttefik olup, ortak olmayan’, Rusya bakımındansa, ‘ortak olup, müttefik olmayan’ bir pozisyonda konumlandık.
2. Suriye’nin kuzeyinde PKK etkisindeki Kürt grupların DEAŞ’la mücadelede ABD’yle işbirliğine girmeleri ve Türkiye’nin güçlü itirazlarına rağmen ABD’nin PYD’yi desteklemeyi sürdürmesi iki ülke arasındaki stratejik dokuya hasar verdi. Bu durumun nedenleri etraflıca tartışılmayı hak eden ayrı bir yazı konusudur. Ancak, tam da bu nedenle Suriye’nin kuzeyinde terörle mücadele operasyonlarımıza ABD’nin desteğini alamadık; bu konu iki ülke arasındaki güven bunalımını gün geçtikçe derinleştiren unsurlar arasına katıldı.
3. Batılı müttefiklerimizden hava savunma sistemleri satın alınmasının başarısızlıkla sonuçlanması yine ayrı ve kapsamlı bir yazı konusu olmakla birlikte, bu durumu gerekçe gösterip ‘Avrasya Ekseni’ne yönelmemiz; önce Çin’den, sonra Rusya’dan hava savunma sistemi alma kararı vermemiz yalnız ABD’yi değil diğer Batılı müttefiklerimizi de fazlasıyla rahatsız etti. S-400 hava savunma sistemi alındığında Amerika’nın tepkisi büyük olmakla birlikte, Trump ile kurulan özel ilişkilerden dolayı bu anlaşmazlığın olumsuz sonuçlarını yaşamak Demokratların dönemine kaldı. CAATSA yaptırımları ve eşzamanlı olarak F-35 projesinden çıkarılmamız bizi hem siyasi yönden, hem askeri ve ekonomik olarak çok güç bir duruma soktu. Teslimat aşamasında iki adet F-35 uçağımızı alamadık, ilave dört uçağımız da alıkondu. 2003’ten bu yana toplam dokuz müttefik ülke arasında üretim ortağı olduğumuz bu uçakların parçalarının imalatının stratejik getirisinden mahrum kaldık. Dünyada ABD hariç tutulursa bu platformların tek bakım-onarım üssü olmanın getireceği imkanlarla Avrupa’daki F-35 filolarının bakımı projesi de sona erdi. Pek seslendirilmese de, tahmini hesaplamayla gelecek on yıl boyunca 20 milyar dolar düzeyinde bir kazançtan ve ‘hiper teknoloji’ye erişim imkanından mahrum kaldık.
Yine ayrı bir yazı konusu olmayı hak eden F-35 meselesinde hatırlamamız gereken belki de en önemli konu şudur: Türkiye’nin F-16 filoları eskimekte ve harp üstünlüğünü kaybetmektedir. Bu hesapla, Türkiye filo yenilemesini F-35’le yapmaya karar vermişti. Ancak, F-35 desteğinin yokluğunda, milli muharip uçağımızı geliştirmekte geciktiğimiz her gün, bölgemizde hava üstünlüğü esasına dayalı savunma mimarimiz hasar alacak, hava muharebesi yeteneğimizi kaybedeceğiz.
4. Önceki yıllarda Türkiye’deki NATO askeri tesisleri ABD için büyük önem taşıyordu. Türkiye’yle ilişkilerin bozulması bu tesislerin kapanmasına neden olabilir düşüncesi ülkemizle ilgili alınacak kararlarda ABD bakımından önemli bir etkendi. Oysa bugün bu kaygı önceki yıllardaki kadar önemli görünmüyor. Geçen zaman içinde Türkiye’nin çevresindeki alanda Yunanistan’da, Romanya’da, Lübnan’da, Irak’ta, Ürdün’de devreye giren esnek mimari anlayışına dayalı tesisler ABD’nin bölgedeki mevcudiyetini güçlendirdi, bu konuda Türkiye’ye duyulan ihtiyacı da hayli azalttı.
5. Bugüne kadar ABD’deki ‘Musevi lobisi’ ülkemizle ilgili konularda hemen her zaman bizim yanımızda olur, taleplerimizi desteklerdi. ‘Musevi lobisi’ bakımından belirleyici olan İsrail’in güvenliği olagelmiştir. İsrail’le ilişkilerimiz ‘stratejik zemin’ kaybettiği için uzunca süredir Amerika’daki etki alanı tartışılmaz olan bu lobinin desteğini alamıyoruz. Hatta, ‘Musevi lobisi’ Türkiye gündeme geldiğinde karşımızda konumlanan refleksler gösteriyor artık.
6. Son yıllarda ülkemizin hukuk sistemindeki gerileme, insan hakları ve özgürlüklerin aşınması, Trump döneminde iki ülke ilişkilerini olumsuz yönde etkilemeye başlamış olsa da, asıl tesiri Biden döneminde görmeye başladık. Seçilmesinden sonra aradan beş ayı aşkın süre geçmiş olmasına rağmen Biden’ın Cumhurbaşkanımızla temastan kaçınırken, ilk görüşmesini ‘Ermeni soykırımı’nı tanınma kararını duyurmak üzere yapmayı seçmesi Türkiye’yi yalnızlaştırıcı ve iyice incitici bir yaklaşım oldu.
7. Yeni ABD Yönetimi’nin Türkiye’ye bakışının yalnız Başkan Biden’ın kararıyla şekillenmediğini biliyoruz. Dışişleri ve Savunma Bakanları ve Ulusal Güvenlik Danışmanı başta olmak üzere, bugünkü Yönetim’in askeri, diplomasi ve güvenlik bürokrasisinin tamamı Türkiye’yi ve bölgemizi Obama Yönetimi döneminden bu yana çok yakından tanıyan kişiler. Bu da, ABD’nin ülkemize yaklaşımının bilinçli bir kararla şekillendiğini gösteriyor.
8. Son zamanlarda ekonomide yaşadığımız sıkıntılar Türkiye’yi uluslararası alanda daha kırılgan ve tepkisizliğe mecbur eden duruma düşürdü. Aynı anda birden fazla ülkeyle sorunlu angajmanların yaratacağı ekonomik zorluklar, kırılganlığı ileri safhada kırılma ve kopma noktasına taşıyacak ve dış politikada bizi iyiden iyiye yalnızlaştıracak düzeye geldi.
Buradan nereye gidebiliriz?
Yukarıda saydığımız nedenler kuşkusuz çoğaltılabilir. Fakat, nedenlerden ziyade, mevcut duruma ve yakın geleceğe odaklanmamız daha isabetli olacaktır. Bu halde göze çarpacak ilk tespit, giderek karmaşık bir yumak halini alan sorunlu dış ilişkilerimizi daha fazla zaman geçirmeden düzeltmek, eski dostlarımızı tekrar yanımıza almak olmalıdır. Nitekim yöneticilerimizin son zamanlarda bu yönde gayret sarf ettiğini görüyoruz.
Biden’ın bu yıl yaptığı 24 Nisan açıklaması kuşkusuz bunca yıllık yoğun ve yakın ilişkisi olan her iki ülke için de talihsiz olmuştur. Bu tespitin ABD başkentinde de yapıldığını düşünüyorum. Sorun, nihayetinde bu yolun izlenmesinin seçilmesidir. Türkiye’nin yalnızlığının yarattığı kırılganlığın dayattığı tepkisizlik hali ABD’ndeki siyasa yapıcıları tarafından iyi okunmuş ve hesaba katılmış görünmektedir. Dikkatinizi çekmiş olabilir: Önceki yıllarda olsaydı, böyle bir karar alındığı haberi duyulduktan sonra aynı düzeyde karşılık vermek üzere mukabil kararlar alır ve bunları uygulardık. Ancak yöneticilerimiz şimdilik sessizliği koruyarak, tepkimizi sınırlı tutma kararı almış gibi görünüyorlar. Ankara’daki ABD Büyükelçisinin Bakanlığa davet edilerek açıklama istenmesi herhalde ülkeler arasında yaşanan ciddi sıkıntılarda verilecek, etkisi olmayacak en hafif karşılıktır. Daha önceleri, Vaşington’daki Büyükelçimizin Ankara’ya çağırılıp uzun süre görev yerine gönderilmemesinden tutun, ekonomik, siyasi ve hatta askeri mukabil yaptırım kararlarının hayata geçirilmesine kadar uzanan bir dizi önleme başvurulmaması bu karar sonrasında düşünülmemiş gibi görünüyor.
Bizim kamuoyumuzun hafızası maalesef güçlü değildir. Diğer bir çok konuda olduğu gibi, tüm önemine rağmen yaşanan bu olayı da kısa sürede unuturuz. Ama Dışişleri’nin uzun yıllardır üzerinde titizlikle çalıştığı, Türkiye için saygınlık meselesi olan 1915 olaylarıyla ilgili dış politika dosyasında diplomasimizin bundan sonra daha yoğun meşgul olmak zorunda kalacağı anlaşılıyor. Ermeni diyasporasının ‘dört T’ talebi doğrultusunda, ‘tanıtma’ ve “tanınma’dan sonra şimdi ‘tazminat’ ve ‘toprak’ taleplerinin karşılanması için girişimlere başlayacağını tahmin etmek zor değil. Bunlar hemen olmasa, ABD Yönetimi bu aşamada cesaretlendirici ilave adımlardan kaçınsa ve bunları ileri bir vadede kullanılabilecek elverişli bir araç olarak saklı tutsa bile, ‘soykırım’ suçlaması gibi ağır bir ithama maruz kalmak ülkemizi uluslararası alanda zor duruma düşürecek, dış politikada ahlaki üstünlük anlayışına dayalı yumuşak gücümüz ve nüfuzumuz zayıflayacaktır. ABD’nin tutumu başka ülkeleri de benzer kararlar almaya teşvik edici ve cesaretlendirici olacaktır. Bu ülkeler bakımından referans alınan ‘ABD dalgakıranı’nın artık ortada olmadığı açıktır. Nihayet unutulmamalıdır ki, dünyada ‘soykırım’ ithamına maruz kalarak yalnızlaşan pek az ülke vardır. Kendi tercihlerimizin de rol oynadığı bu acı duruma sürüklenmemiz üzerinde herhalde düşünmemiz gerekiyor. Daha önemlisi, bizden sonraki kuşaklara bir açıklama borcumuz olacağını her zaman hatırda tutmamız gerekiyor.
Son dönemde büyük hasar gören ABD’yle ilişkilerimizi yeniden rayına oturtma işi yine diplomasi kadrolarımıza kalacak gibi görünüyor. Kırılan vazonun parçalarının ne denli başarıyla yerlerine yapıştırılabileceği kuşkusuz ayrı ve kapsamlı bir tartışma konusudur. Umarım yöneticilerimiz de ABD’yle ilişkilerimizde yeniden soğukkanlılık ve sağduyunun hakim olacağı bir döneme girmenin önemini idrak ederler ve bu konuda Dışişleri Bakanlığı’mızın profesyonel bürokrasisine güven tazelerler.
Türkiye’nin Vaşington Büyükelçisi seçimi Türkiye-ABD ilişkilerinin ne ölçüde ciddiye alındığının bir göstergesidir.
Feriköy ve Bomonti’de yaşayan Ermeni vatandaşlarımızın çocuklarını Talatpaşa İlköğretim Okulu’na göndermek zorunda kalması herhalde şaka değildir. Yüzleşme, özellikle kendisiyle yüzleşme konusunu eğitim sistemimiz ne yazık ki bizlere öğretememiştir.
Naci Bey merhaba,
İyisiniz umarım. Sizinle Cenevre’de tanışmıştık, ben Lozan’da doktora yapıyordum.
Yazınızı okudum, diplomatik açıdan oldukça kapsamlı bir değerlendirme olmuş.
Sizin, emekli bir diplomat olarak meselenin uluslarası ilişkiler boyutuna odaklanmanız son derece normal. Ama meseleyi biraz da tarih bilimi açısından değerlendirmek, diplomatik bir analiz yapıyor olsak bile meselenin bu yönüne en azından değinmek gerekir diye düşünüyorum. Öbür türlü, sadece dış politika çıkarlarına odaklanan ve gerçekte 1915’te neler olup bittiğini çok önemseyen bireyler gibi görünürüz ki bu hem insanı açıdan, hem bilimsel açıdan, hem de uzun vadede ülkemizin kalkınıp dünya standartlarını yakalayabilmesi açısından bize pek bir şey kazandırmayacaktır. Sorgulayan ve eleştiren bireylerin az olduğu bir ülke gelişemez. Tarihte gerçekten ne olup bittiğini anlamaya çalışmak, kısa vadede muhtemel hayal kırıklıkları ve dezavantajlar getirebilir ya da getirmeyebilir ama uzun vadede bu, hem insani hem de kazançlı yol olacaktır, bilimsel bir bakış açısı da bunu gerektirir. Bana göre temel hedef gerçeği aramak ve hatalı olduğumuzun tartışmasız olduğu durumlarda bunu kabul etmek olmalı, diplomasinin görevi de bunun ülke açısından muhtemel dezavantajlarını minimize etmek olmalı. Bu, ülkemizin medeni dünyadaki kredibilitesini de arttırır.
1915’teki olayların soykırım olarak tanıyalım demiyorum, bu konuda araştırma yapan en ünlü uluslarası tarihçiler bile tam olarak uzlaşamıyor. Bu konuda ne siz, ne de ben üzerinde yıllarca akademik düzeyde çalışmadıkça güçlü yargılara varamayız. Ancak, uluslarası kredibilitesi olan tarihçilerin eserlerini okuyarak tahmin yürütebilir, kesinliği olmayan kanaatler edinebiliriz. İçinde yetiştiğimiz toplumumuzun kültürünü, yakın geçmişini ve bugününü tanıyor olmamız da bize bir soykırım işlenip işlendiğine dair fikir verebilir.
Batı kültürü ile bizim kültürümüzü ayıran en önemli noktalardan biri bu meselelerde toplum olarak kendi geçmişimize yeterince eleştirel ve bilimsel açıdan bakamamız, şartlar ne olursa olsun genel olarak haklı olduğumuzu iddia etmemiz. Toplumumuzun ekseriyeti böyle olduğu için, haliyle politikamız ve diplomasimizde de bunun yansımasını görüyoruz, siyaset de toplumu eğitim ve medya yoluyla bu şekilde yönlendirmeye devam ediyor maalesef.
Birçok örnek verebilirim Batı ile karşılaştırma yapmak için, ama siz zaten Batı‘da yıllarca diplomatlık yaptınız, genel olarak ne demek istediğimi hemen anladığınızı düşünüyorum.
Yazınız için teşekkürler, saygılar.
Baran Gözcü
Yazınızın kapsamına açıklık getirdiğiniz teşekkürler. Yorumum yazınızın ilk versiyonu için geçerliydi daha çok.
Gözüme takılan bir husus daha var ama yazınızda: İki kez ülkemizin yaslandığı “ahlaki üstünlük” zemini ve anlayışından bahsediyorsunuz. Bir diplomatın ya da siyasetçinin ahlaki zemini önemsemesi, hedeflemesi ve bu konuda çalışması oldukça değerlidir, fakat ülkemizin dış politikada ahlaki “üstünlük” zeminine yaslandığı iddianız ise bana pek objektif gelmedi, bu daha çok “wishful thinking” gibi duruyor. Belki aceleye geldi yazınızın bu kısımları. Neticede herkes kendi ülkesinin daha ahlaki politikalar izlemeye çalıştığını iddia edebilir. Ama mesela Batılı profesyonel bir diplomatın kolay kolay kendi ülkesi hakkında böylesine iddialı, duygusallığa ve popülizme kayabilecek övücü bir genelleme yapabileceğini zannetmem, yaparsa da profesyonel olmaz. Bu tür iddialarda bulunurken daha spesifik olmak lazım bence.
Gerek Batı’nın gerekse Türkiye’nin bazı diplomatik, askeri, hukuki vs. politikaları ahlaki açıdan oldukça sorunlu olabilir. Neticede bu politikaları da siyasetçilerimiz, diplomatlarımız, bürokratlarımız belirliyor ve bizimkilerin Batı’dakilere ya da diğerlerine göre daha ahlaklı bireyler olduğuna ve daha ahlaki davrandıklarına dair bir bilimsel ya da felsefi bir analiz yok (ahlakın ölçülebilir ve genel geçer bir tanımı olduğunu farz etsek bile). Dolayısıyla, bizim dış politikada ahlaki üstünlük zeminine yaslandığımız iddiası ikna edici olmaktan uzak bir iddia. Ve gelecekte gerçekten daha ahlaki bir zemine yaslanmak istiyorsak, bunun yolu diğer ülkeler gibi bizim de ahlaksız politikalarımızın olduğunu ve olabileceğini fark edip kabul etmekten, eleştirmekten ve bunlardan ders çıkarmamızdan geçer öncelikle. Sözde değil, özde ahlaklı olmak da zaten bunu gerektirir.
Öte yandan, diğer yazılarınızı da biraz gözden geçirdim. Türkiye’nin medeni ülkelerin yanında ve demokrasi ekseninde bir dış politika izlemesi gerektiğini vurgulamanızı, Avrasyacı fantezilerin itibar kazandığı bu zamanda değerli buluyorum. Yorum ve eleştirilerim daha çok yazınızdaki spesifik hususlar ile ilgili.
Saygılar,
Baran Gözcü