Cumhuriyetimizin kuruluşunu izleyen yıllarda dış politikamız uzun süre iniş-çıkışlardan uzak, istikrarlı bir çizgi üzerinde gelişim gösterdi. Birinci Dünya Savaşı’na girişimizin hazin öyküsünden ders alan zamanın yöneticileri uzun süre maceradan uzak, akılcı bir dış politika yanlısı oldular. “Yurtta barış, dünyada barış” ilkesi bu tutumu özetler. Nitekim, kısa süre sonra patlayan İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalabilmeyi başarmamız bu politikanın sonucudur. Savaşan taraflar Türkiye’yi yanlarına çekme çabalarında bu sayede netice alamamıştır.
İkinci Büyük Savaş’tan sonra oluşan dışlayıcı gruplaşma, ideolojik bloklaşmaya dönüştü. Erken küreselleşmenin bu aşamasında Türkiye, Birleşmiş Milletler ile Avrupa-Atlantik güvenlik ve siyasi mimarisinin kurucu unsurları arasında söz sahibi olmayı başardı. Avrupa Konseyi’nin kurucu üyelerinden olmamız, NATO’ya erken girişimiz, Avrupa Birliği’nin nüvesiyle başından itibaren kurduğumuz ilişkiler bu değer ve hayat tercihlerinin sonuçlarıdır. Soğuk Savaş’ın örtüsü çekilip, yerini dört bir yanımızda eşzamanlı baş gösteren sıcak çatışmalara bıraktığında, zamanında yaptığımız öngörülü ve sağduyulu tercihlerimiz bu çalkantılı dönemi badireden uzak atlatmamıza yardımcı oldu. Ardı sıra gelen 11 Eylül saldırıları ile Afganistan’a ve Irak’a askeri müdahalelerin olumsuz etkilerinden olabildiğince uzak kalmayı başarmamız dış politikadaki bu çizgimiz çerçevesinde okunmalıdır.
Yeni yüzyılın başından bu yana geçen yirmi yıla baktığımızda, küreselleşmenin dönüşümünü görüyoruz. Bu dönemin kalıcı izler bırakan gelişmeleri arasında bulaşma etkisi yaratan mali krizler, Çin’in yükselişi, yaygın dijitalleşme, yapay zeka uygulamaları, hızlanan iklim değişikliği, G-20’nin kurulması, bölgesel ekonomik gruplaşmalar, NATO ve AB’nin genişlemeleri, ‘Arap Baharı’nın istikrarsızlaştırıcı etkisi, İngiltere’nin AB’nden çıkışı, bir salgın hastalığın pandemi boyutlarına ulaşan etkileriyle yüzleşmemiz var.
Türkiye bu hızlı değişim ve dönüşüme enerjik bir dış politika anlayışıyla cevap vermeye, fırsat bulduğunda kendi ölçeğinde gelişmeleri yönlendirmeye çalışıyor. Ancak, tüm çabalarımıza rağmen, diplomasimizin hamlelerinin sonuçları sınırlı kalıyor. Türkiye, ittifak bağlantılarıyla müşterek pozisyon aldığında kalıcı ve etkili sonuçların üretimine ortak olabiliyor. Bireysel çabalarımızın sınırlı alanlardaki neticelerinin sürekliliği aşındırıcı etkilere açık görünüyor.
Bugün önümüzdeki dönemin akışını ve yönünü belirleyen dinamikler şekillenirken sistem tercihlerinde de temel bir çatallanma belirginleşiyor. Bu kavşak, ülkeleri ‘demokrasiler’ ve ‘otoriter yönetimler’ safında konumlanmaya zorlayacak gibi görünüyor. Bölgesinde siyasi, askeri ve ekonomik bir güç olma iddiasını ortaya koyan Türkiye’nin bu gelişmeden etkilenmesi kaçınılmaz olacak. Dolayısıyla, tercihlerimizin belirginleşmesine zorlanacak gibiyiz. Dahası, yeni dönemin uluslararası aktörlere -arada bir yerde- ‘bağlantısızlık’ seçeneği sunması için neden görünmüyor; zira yeni dönemde eskinin ‘bağlantısızlık’ kutupları da bu ikili yapı içinde saf tutmak zorunda kalacaklar.
Türkiye’nin tercihleri ve uygulamaları…
Bu kritik dönemeçte, jeopolitiğin hızlandırıcı etkisiyle Türkiye’nin tercihlerini ve dış politikadaki yönelimini ortaya koymaya zorlandığı yeni kavşaklar ortaya çıktı. Bunların bir bölümüne bakalım:
1. Yunanistan’la sorunlarımızın ikili niteliğinden çıkarak, arka planda işleyen Türkiye-AB dinamiğinden ayrışmaz bir bütün haline geldiğini Yunan Dışişleri Bakanı Dendias’ın üç hafta önceki Türkiye ziyareti ortaya koydu. Dendias açıkça, ‘siz bizimle görüşürken, aslında AB’yle görüşmüş oluyorsunuz’ mesajını verdi. Konuk Bakan, ‘güç duruma düştüğünde ailesini çağıran çocuk’ gibiydi adeta. Fakat, yanılmayalım: bu benzetmemiz bir küçültücülük ima etmiyor. Gerçekte, iyi düşünülmüş şekilde Türkiye’nin Yunanistan yerine AB’yle müzakere eder konuma çekildiğini gördük. ‘AB içinde’ konumlanan Yunanistan, ‘dışarıdaki’ Türkiye’nin kurucu antlaşması Lozan’ı kamuoyu huzurunda yorumlayıp, tavsiyelerini sıralarken, bu iradesini ‘demokrasiler – otoriter yönetimler’ karşıtlığında oluşan saflaşmaya dayandırıyor gibiydi.
2. Yıllar sonra yeniden alevlenen Ukrayna-Rusya krizi ani tırmanışla bir anda gündemimize yerleşti. Bu meselede, başından itibaren parçası olmadığımız ‘Minsk Grubu’ ve ‘Normandiya Dörtlüsü’ oluşumları var. Kriz dondurulmuş durumda, ancak Rusya’nın baskısıyla ulaşılan mutabakatlar Ukrayna tarafından uygulanmıyor. Zira uygulanırsa, Ukrayna’nın toprak bütünlüğü ve egemenliği aşınacak. Ukrayna Devlet Başkanı Zelenski, Rusya’yı tek başına alt edemeyeceğini iyi biliyor. Bu durumda, tırmanma yaratarak Ukrayna’nın üyesi olmadığı NATO ile AB’yi Rusya’ya karşı harekete geçirmeye çalışıyor. Bu tutum, 2008 yılında Gürcistan’da Saakaşvili’nin yarattığı tırmanmayı ve bunun acı sonuçlarını hatırlatıyor.
Bu noktada, Türkiye’nin açıktan Ukrayna safında konumlanarak, Karadeniz’in (ve Rusya’nın) güvenliği ile Montrö rejimini tartışmaya açabileceğinin işaretlerini vermesi Rusya’yı hızla harekete geçirdi: turizm sektörümüz ve nakliyecilerimiz bu tepkinin şimdilik ilk sonuçlarını yaşıyorlar. Oysa, Ukrayna meselesinde NATO’nun ve AB’nin Rusya’yla kapışmadan uzak kalmak istedikleri sırada, yalnızlaşan bir hedef olmaktan kaçınarak, bölgesel denge kurmaya yönelmemiz daha değerli olabilirdi. Neticede, iş olacağına vardı: kriz, başlarken ABD ve Rusya Devlet Başkanlarının görüşmeleriyle, yeniden ‘donduruldu’. ‘Demokrasi bloku’ içinde müttefik ve ortaklarımızla eşgüdümsüz pozisyonlarımızın etkilerini deneyimledik.
3. Ölçülebilen maliyeti 1,5 trilyon doları aşan “en uzun savaşı” Afganistan seferinden dönme kararını açıklaması, ABD’nin artık dikkatini Çin’le işbirliğine dayalı rekabete çevireceğini ortaya koyuyor. İşte bu nedenle, Ukrayna gibi ‘tâli konularda’ zamansız ve gereksiz bir kapışmadan kaçınan ABD, Rusya’yı karşısına almak istemiyor. ABD Başkanı Biden’ın ifadesiyle, Afganistan’ın istikrarı, “Pakistan, Hindistan, Rusya, İran ve Türkiye’nin oynayacakları yapıcı rollere” teslim ediliyor.
ABD’nin bu mesajla birkaç ay içinde sahadan ayrılacak olmasının bize neleri anlattığını iyi değerlendirmemiz gerekiyor. Bu sorunun cevabını ararken, önce son yirmi yıl içinde ABD’nin her biri yüzlerce milyon dolarlık maliyetle dünyadaki en büyük iki Büyükelçiliğinin inşaatını Kabil’de ve Bağdat’ta tamamladığını hatırda tutalım. Bu yatırımların boşa gitmesine herhalde izin verilmeyecek; bu ülkelerin ‘demokrasi bloku’ içinde tutulmalarına çalışılacak.
Türkiye-Katar ortaklığıyla Doha’da başlatılan, Türkiye’nin talip olmasıyla İstanbul’da devam edecekken ertelenen Afganlar arası uzlaşma sürecinin nereye evrileceğini önümüzdeki aylarda göreceğiz. Bu süreçte rol almakta çok istekli olmadığımızı düşünüyorum. Sahadaki belirleyici güç Taliban, ‘tünelin ucundaki ışığı’ gördü ve İstanbul toplantısına katılmayacağını açıkladı; biz de toplantıyı erteledik. Önümüzdeki dönemde, uzlaşma sürecinin çökmemesine çalışılacak, belki bir aşamada sürecin denetimden çıkmaması için ‘demokrasi bloku’ içinde tutulmasını sağlayacak ‘Bonn Süreci’ benzeri bir yapıya dönüştürülmesi seçeneği değerlendirilecek.
Yeni bir kavşakta, geleceği öngörmek…
Bu tablo bize hangi mesajı veriyor? Sanırım, Türkiye’nin her zaman kendi iradesiyle yönünü belirleme imkanına sahip olmadığı gelişmelerin önümüzdeki onyılların artık ‘demokrasilerin mutabakatı’ ile ‘otoriter yönetimlerin buyuruculuğu’ arasındaki rekabet zemininde şekilleneceğini. Bu zeminde, Türkiye gibi ‘bağımsız’ davranma istek ve refleksi sergileyecek aktörlerin özgül ağırlıkları azalacak, denge kurma ve tesir kapasiteleri düşecek, manevra alanları daralacak ve seçim yapmaya zorlanacaklar.
Soğuk Savaş’ın ideolojik bölünmeye ve çatışmaya dayalı katı çift kutupluluğunun ve düzensizliğinin ardından artık değer tercihlerine yaslanan bir yapının oluşmaya başladığını erken bir aşamada, zamanlıca teşhis etmeliyiz. Bu, geç küreselleşmenin yapıcı işbirliğinden beslenen değerler rekabeti olacaktır. Türkiye’nin yapması gerekecek seçimler, hangi değerleri benimsediğini ortaya koyacaktır. Göz önünde tutmamızda yarar olabilecek önemli bir konu şudur: ‘otoriter yönetimlerin kutupbaşı olmaya aday Çin ve Rusya gibi ülkeler, ekonomik ve askeri bakımdan güç biriktirirken, evrensel kapsayıcılıkta siyasi ve kültürel bir yaşam biçimi modelini geliştirme esnekliğinden uzaktır. Zira, böyle bir kaygıları yoktur; ‘otoriterlik’ kendi yapısını dikte etmekte, çoğulcu ve katılımcı tartışmaya dayalı uzlaşmayı kategorik olarak dışlamaktadır. Mutabakat yerine, buyurgan kabullenme vardır.
Türkiye’nin, son iki yüzyıldır ortada olan tarihsel yönelimiyle uyumlu biçimde, 1945 sonrası kurulan dünyada demokratik mutabakat tercihinden yana konumlanmasının isabetini, bugüne kadar deneyimlediğimiz olumlu sonuçlarla gördük. Bu defa dünya benzer bir kavşağa doğru ilerlerken, bir kez daha doğru, sağduyulu ve akılcı tercihler istikametinde yol alacağımızı umuyorum.
Hayırlı günler sayın büyük elçim.
Herzaman güzel yazılar yazıyorsunuz ancak, bu yazı gercekten güzel ve faydalı.
Çok önemli gerceklere işaret etmişsiniz.
Özellikle ilgili kişi ve kurumlar tarafından dikkate alınmasını temenni ediyorum.
Akılcı politikalara her zamankinden çok ihtiyacımız var sanırım, bunları geliştirecek politikacılara da..