“Arap Baharı”nın “Yasemin Devrimi” adıyla Ocak 2011’de başladığı ilk ülke olan Tunus’ta Devlet Başkanı Kays Said 25 Temmuz 2021’de Tunus Anayasası’nın 80. maddesine dayanarak “parlamentonun yetkilerini askıya aldı”, Başbakan Hişam el-Meşişi’yi görevden azletti, yargının yetkilerini üzerine aldığını ve ülke genelinde olağanüstü hal ilan ettiğini açıkladı. Kays Said, yaptığı açıklamada bu önlemlerin “30 gün süreyle geçerli olacağını” söyledi. Hepimizin zihinlerinde şu soru var: Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde on yıldır yönetim değişikliklerine, iç savaşlara, darbelere ve büyük çalkantılara neden olan “Arap Baharı”, bir fırtına halinde başladığı Tunus’ta artık siyaset sahnesinden çekiliyor mu? Bu yazımda, bölge ülkelerini olduğu kadar Türkiye’yi de yakından ilgilendiren bu önemli sorunun cevabını arayacağım.
Tunus: Niçin, nasıl ve neden şimdi?
Tunus’taki hareketin sivil bir anayasal darbe olduğu kuşkusuz. Darbenin mimarı ve uygulayıcısı 2019 yılındaki son seçimlerde halk oyuyla seçilen Devlet Başkanı Kays Said. Yüzeysel yorumlar, Tunus’ta yalnızca “Arap Baharı”nın değil, son yıllarda günlük siyasi kullanıma giren, Tunus’ta öncülüğünü Nahda Hareketi’nin yaptığı ‘siyasal İslam’ın etkisinin de sona erdiğini söylüyor.
Önce Nahda Hareketi’nin kısa geçmişine bakalım: 1981 yılında Raşid el-Gannuşi ve Abdülfettah Moro tarafından kurulan “İslami Eğilim Hareketi” ekonomik kaynakların adil dağıtımını ve çok partili demokrasiye geçişi savunurken, İslam’ın toplumsal hayattaki temsilini güçlendirmeyi ilke edinmişti. Hareket, başlangıçta “Batı’nın baskıcı modernleşme ve sekülerizm anlayışına karşı ezilenlerin yanında” radikal bir konum almıştı. 1989’da isim değiştirdi ve “Nahda Hareketi” adını aldı. Mısır merkezli “Müslüman Kardeşler” örgütüyle organik ilişkisi olan Tunus’taki İslami eğilimli hareketlerin öteden beri hem Tunus’un kurucu başkanı Habib Burgiba, hem ardılı Zeynel Abidin bin Ali döneminde yürütülen sert, otoriter ve seküler siyasal çizgideki kalkınmacı yönetimlerin baskısıyla karşılaştıklarını ekleyelim. Nahda, gerçekte bu hareketlerin sonuncusuydu.
1989’da yapılan seçimlere Nahda Hareketi adı altında girmesine izin verilen bu toplumsal oluşum, seçimlerden yüzde 17 oy oranıyla ikinci parti olarak çıkma başarısını gösterdi. Ancak, bir yıl içinde yasadışı ilan edildi, çok sayıda lideri tutuklandı; kaçabilenler Fransa ve İngiltere’de yirmi yıl sürecek sürgün hayatına başladılar. Habib Burgiba döneminde olduğu gibi, Zeynel Abidin bin Ali iktidarında da yönetim ülkenin zenginliği birkaç ailenin elinde toplanmış şekilde sürdü. Ta ki, Ocak 2011’de yaygın sosyal adaletsizliğe ve kavurucu yoksulluğa karşı üniversite mezunu olup işsiz kalmış bir seyyar satıcının çaresizlikten kendini yakmasının ardından “ekmek, onur, özgürlük” sloganıyla başlayan halk ayaklanmasının “Yasemin Devrimi”ne dönüşmesiyle ve Devlet Başkanı bin Ali’nin devrilmesiyle sonuçlanmasına kadar.
Olayları isabetle teşhis etmekte Tunus’un on yıldır süren ‘uzun devrimi’ni üç bölüm altında incelemek isabetli olabilir:
2011-2014 arasındaki ilk dönemde, Nahda’nın kurucu lideri Raşid el-Gannuşi’nin sürgünden dönmesi ve devrim sonrası ilk serbest seçimlerin (2011) yapılması ile Nahda’nın da katıldığı Tunus’un siyasi uzlaşmaya dayalı ilk anayasasının kabulü (2014) var. İzleyen beş yıllık dönemde geçiş döneminin mutabakat arayışları, siyasi suikastler, sosyal adaletsizliğin giderilemeyişi ve ekonomik istikrarsızlık bulunuyor. 2019’daki genel seçimlerle başlayan ve bugüne uzanan süreçte, Kovid-19 salgınının yarattığı toplumsal ve ekonomik tahribatla Tunus’un kırılgan bir demokrasi haline dönüştüğünü not etmemiz gerekiyor.
‘Uzun devrim’ sürecinde Nahda’nın uzlaşmaya yatkın bir tutum sergilemesiyle siyasi seçkinler arasında sağlanan mutabakat, görece siyasi istikrar sağladı. Ancak, toplumsal adaletsizlik ve fırsat eşitsizlikleri sürdü. Yargı ve polis reformu yapılamadı, kent-kır arasındaki bölgesel eşitsizlik derinleşti. Salgının etkisiyle Tunus’un belkemiği turizm sektörü hasar gördü, işsizlik arttı. Yerleşik sorunlar demokrasi içinde çözülemedi; şikayetlere ve suçlamalara dayalı siyasi kutuplaşma yoğunlaştı. Yüzde 3 oranında seçim barajının uygulandığı ülkede 2019 seçimlerinde 217 sandalyeli parlamentoya 25 partinin girmesiyle sistem çalışamaz hale geldi. Yeni Anayasa uyarınca ‘yarı başkanlık’ modeline geçen Tunus’ta 2019 seçimleriyle Kays Said Devlet Başkanlığı’na, Said’in danışmanı Hişam el-Meşişi Başbakanlığa, Raşid el-Gannuşi Meclis Başkanlığı’na seçildiler. Partisiz anayasa hukukçusu kimliğiyle tanınan Kays Said 2013-14 döneminde demokratik özgürlükleri merkeze alan yeni anayasanın yazımında rol oynamıştı. Son olarak, Nahda’nın bugün parlamentoda çoğunluğa sahip olmasa da en büyük siyasi parti konumunu koruduğunu, mevcut koalisyon hükümetini desteklediğini ve belirleyici siyasi nüfuz sahibi olduğunu vurgulayalım. Yani, Nahda’yla da, Nahda’sız da sonuç üretilemiyor.
‘Niçin, nasıl ve neden şimdi?’ sorularının cevabını bu karmaşık tablonun üzerini örttüğü gerçek manzarada aramamız doğru olabilir: Devrim, Tunus’un onyıllar süren otoriter yönetimlerinin çözemediği ekonomik kalkınma, fırsat eşitliği ve toplumsal adalet sorunlarına çözüm üretmekte başarılı olamadı. Demokrasiye geçiş döneminde sosyal adalet sağlanamadı. Siyasete yakın birkaç ailenin elindeki oligarşik ekonomik yönetim devam etti. Üretkenlikten uzak, sanayileşmemiş, hizmet sektörüne bel bağlamış, hantal bürokratik yapıyla sakatlanmış; buna karşılık, ‘ekmek, onur ve özgürlük’ talep eden büyük bir genç nüfusun taleplerine cevap vermekten uzak kalan ülke kısır döngüden çıkamadı. Son olarak, salgının çarpan etkisinin mevcut sorunları iyice derinleştirdiğini vurgulayalım.
Şimdi, Kays Said yeniden otoriterleşmeyle bu tıkanıklığı aşabileceğini umuyor. Selefleri tarafından denenmiş ancak toplumsal patlamayla sonuçlanmış bu yöntemle başarılı olabileceği çok kuşkulu. Muhtemel senaryo, bir süre sonra Tunus’un yeniden derinleşen bir istikrarsızlık sarmalına girmesi ve yakın geçmişte yaşanan sorunların adeta başa sarılan bir film gibi kendini tekrarlaması olabilir. Kısacası, Tunus’un sorunlarının çözümü, otoriter yönetim anlayışıyla halının altına süpürülmekle çözülecek gibi değil. Çözüm, sivil toplumun sesine kulak verecek daha fazla demokrasiyi merkeze alacak geniş tabanlı bir toplumsal mutabakatta yatıyor.
“Arap Baharı”nın ve siyasal İslam’ın sonuna mı geldik?
Siyasi kutuplaşmanın basite indirgeyici, kolaycı ve elverişli kullanıma sunulan tanıdık ve yüzeysel anlatımını biliyoruz: Tunus’ta seküler kesim, Kays Said eliyle İslamcılar’a karşı ‘anlayışla karşılanabilecek’ demokratik bir darbe yaptı. Halbuki rahatsız edici hakikat bu basit, kolay anlaşılır ve yalın anlatımın çok ötesinde yatıyor olabilir. Öncelikle, hem ‘seküler’ bin Ali rejimi zamanında çıkarları gerektirdiğinde Selefi ve İslamcı hareketlerle işbirliği yapmaktan kaçınmadığını hatırlayalım. Devamında, Kays Said’in de Arap dünyasının toplumsal dokusuna uygun şekilde kadın-erkek eşitliğine inanmayan, kadınlara eşit miras hakkını tanımayan geleneksel İslami uygulamaları hoşgören bir kimliğe sahip olduğunu ekleyelim. O halde, gelişmeleri doğru tanımlamak gerekiyor: Ortaya çıkan durumun ‘sekülerleşme’ arayışıyla uzaktan, yakından ilgisi yok. Kaldı ki, Nahda Hareketi de lideri el-Gannuşi aracılığıyla demokratik uzlaşma iradesini pek çok kez ortaya koymuştu.
Aslına bakılacak olursa, sorunun kökeninde gelişme yolundaki pek çok ülkenin ortak hastalıkları yatıyor: Arap dünyasının geneline yayılmış geç sanayileşmede, toplumsal adaletsizlikte, oligarşik ekonomik yapıda, dışlayıcı toplumsal fırsat eşitsizliğinde ve rejimlerin siyasi otoriterleşmenin sınırsız imkanlarını kullanma eğilimlerinde bu hastalığın emarelerini teşhis edebiliyoruz. “Arap Baharı” denen sosyal, ekonomik ve siyasal dönüşüm talebi, değişime direnen bu hastalıklı yapının ortadan kaldırılmasını isteyen genç kuşağın tetiklediği toplumsal patlamayla yayıldı. Örgütsüz çoğunluğa, öteden beri yardımlaşma ve dayanışma tabanına yaslanarak örgütlenmiş dar kadrolu, siyasallaşmış toplumsal İslami hareketler öncülük ettiler. Pek çok ülkede bu kadro hareketlerinin adı benzer nedenlerle “Müslüman Kardeşler”le birlikte anılmadı mı?
Şimdi, Türkiye’yi de ilgilendiren asıl soruya geliyoruz: “Arap Baharı” ve siyasallaşmış İslami hareketler baskı ve güç kullanılarak ortadan kaldırılabilir mi? Tunus ve ötesindeki Arap ve Müslüman coğrafyada şahit olduklarımız bize tam olarak ne anlatıyor?
“Arap Baharı” yaygın adaletsizliğe demokrasi ve eşitlik talebiyle çözüm arayan, kapalı ve otoriter güvenlikçi rejimler tarafından toplumsal ekonomik fırsat eşitliğinden dışlanmış toplumsal hareketlerin Orta Doğu ve Kuzey Afrika coğrafyasındaki genel adıdır. Bu hareketlerin karşısına görünüşte seküler, özünde otoriter yapılar dikildi. Otoriterlik, mevcut dar çıkar ilişkilerine dayalı düzeni korumaya odaklanmıştı. Bu dar tanım içinde, otoriter baskıya karşı toplumsal muhalefetin liderliğine soyunan ‘siyasal İslam’ın yenilgiye uğratıldığı düşünülebilir. Ancak, yoksul ve dışlanmış kesimlerin ıztırabına derman olmaya aday, mevcut tek çıkış kapısı olma iddiasını koruyan ‘toplumsal İslam’ yapıları varlıklarını bugün de koruyor. Dolayısıyla, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki otoriter rejimlerde halkların taleplerini karşılama, özgürlükleri geliştirme, siyasal ve ekonomik reformlar gerçekleştirme yönünde atım atılmadığı sürece “Arap Baharı”nın sona erdiğini söylemek de mümkün görünmüyor.