Son zamanlarda gündemimizde yer alan bu yazının başlığındaki konular aslında ilk bakışta birbiriyle ilişkisiz görünebilir. Ancak dış ve güvenlik politikalarımızın okunmasında bunları birlikte değerlendirmekte yarar var. Zira, niteliği gereği iç siyasetten farklı düzlemde ele alınması gereken dış politikayı, iç politikadan ve ekonomiden ayrı tutmamız mümkün değil. Aynı şekilde, egemenlik kavramını da tam bağımsızlıktan ayrı düşünemeyiz. Bu yazımda, son gelişmeler ışığında, Türkiye’nin bugün dünyada nerede durduğunu ve izlediği güncel dış politika çizgisiyle önümüzdeki dönemde nereye gidebileceğini değerlendirmek istiyorum.
Egemenlik-tam bağımsızlık ikilemi, iç ve dış politikanın etkileşimi
Şaşırtıcı bulabilirsiniz; günümüz dünyasında uluslararası hukuk ve ilişkilerde geçerli kabul edilen tek kavram var: egemen eşitlik. Bu kavram, beş yüz yıla yakın süredir tanımı ve kapsamı üzerinde uzlaşılan yegâne uluslararası siyaset ve hukuk terimidir. Anlamı şu: Devletler, uluslararası sistemin eşit kurucu unsurları olarak, egemenlikleri bakımından eşittir. Ancak, tanımın kapsamı ve sınırları burada sona eriyor. Peki, geniş tabanlı oydaşma sağlamak amacıyla bu denli dar tanımlanmış bir kavramla barış, istikrar ve işbirliği nasıl temin ediliyor? Cevap basit: kurala dayalı ilişkiler yoluyla. Kurala dayalı ilişki terimi, karşılıklı saygı, içişlerine karışmama, sözüne bağlılık (ahde vefa), öngörülür olma, iyi niyetli davranma, gelenek haline gelmiş veya yazılı şekilde düzenlenmiş uluslararası hukuk kurallarına uyma, anlaşmalar, ittifaklar ve bağlaşmalar zemininde ortaklaşan çıkarları koruma kavramlarını içeriyor.
Tam bağımsızlık ise, son yüzyıl içinde üretilmiş, muhayyel bir siyasi nitelemeden ibaret. Aynen milliyetçilik kavramı gibi günün ihtiyaçlarını karşılamakta etkisi var; fakat derin ve anlamlı tarihsel veya hukuki arka planı, karşılığı yok. Devletler egemenliklerini tesis edebildikleri ölçüde karar almada ve uygulamada tam bağımsızdavranabildiklerini varsayıyor, siyaseten bunu ileri sürebiliyorlar. Ancak tam bağımsızlık kavramı asırlar boyunca evrilerek yerini kurala dayalı ilişkilere bıraktı. Kurala dayalı ilişki düzeni beş yüz yıldır en yaygın gelenek ve yazılı hukuk kuralı olmaya devam ediyor. O halde, egemen eşitlikten bahsederken, karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin kurulduğu bir dünyada tam bağımsızlık kavramıyla doğrudan ilişki kuramıyoruz. Başka deyişle, bugünün dünyasında egemenlikte eşit devletler var, fakat tam bağımsız olan bir devlet yok.
Tam da bu nedenle, dış politikanın iç politikadan bağımsız olması ve etkilenmemesi gerektiği, üzerinde genel uzlaşma sağlanmış bir başka önemli anlayış. Uygulamada bu konuda sapmalar yaşanıyor; bunun örnekleri oldukça fazla. Ancak, genel kural bozulmuyor; zira egemen eşitlik ilkesini korumanın başka yolu yok. Diğer yandan, uygulamada iç politika gibi, belki daha fazla ölçüde, ekonomi de dış politikayı etkiliyor, yönlendiriyor. Bu tespit, dünyadaki tüm ülkeler bakımından —dış dünyaya en fazla kapalı rejim sayılabilecek Kuzey Kore için bile— geçerli.
Türkiye, dünya üzerinde bir ‘yalnızlık adası’nda yaşamıyor
Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa devletler sistemine eşit ve egemen bir üye olarak adım attığı Kırım Savaşı sonrası dünyadan bugüne kadar Türkiye de bu kural temelli uluslararası ilişkiler sisteminde yaşıyor. Dolayısıyla, dünya üzerinde bir ‘yalnızlık adası’nda yaşamadığımız gerçeğini kenara not edelim. Türkiye’nin egemen ve bağımsız kararıyla küresel (BM) ve çok sayıdaki bölgesel kuruluşlara üye olması, askeri ittifak (NATO) bağlantılarına girmesi; bu bağıtlar yoluyla, diğer tüm ülkeler gibi, tam bağımsız davranma kapasitesine kendi egemen iradesiyle sınırlama getirmesi bu gerçeğin yansıması. O halde, üyesi olduğumuz kuruluşların kurallara dayalı ortaklaşmalarını da peşinen kabul ve uygulama yolunu seçmiş oluyoruz.
Bu durumda şu soruların cevabını aramalıyız: Türkiye NATO ittifakının müşterek savunma mimarisine aykırı davranmayı seçerek ve çok ciddi bir maliyeti göze alarak hava savunması için gerekli olduğunu belirttiği S-400 sistemini neden satın aldı? Satın aldığı halde neden hâlâ kullanmıyor? Kullanmaması bir yana, neden ikinci bir S-400 sistemi satın alma iradesini ısrarla beyan ediyor? Bu irade, CAATSA yaptırımlarına maruz kalmanın, kurucu ortağı olduğumuz F-35 projesinden dışlanmanın ve yalnızlaştırılmanın yüksek maliyetini nasıl olup görmezden gelebiliyor?
Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak…
Bir egemenlik hakkına dayandırdığımız, ancak muhataplarımızı ikna edemediğimiz külfetli S-400 tercihinin karşılığını CAATSA yaptırımlarıyla ve F-35 konsorsiyumundan çıkarılmakla aldık. Savunma sanayimizde ve hava savunma mimarimizde oluşan ciddi açıkla caydırıcılığımız yara aldı. Bunlar yeterli değilmiş gibi, “merkezi bir konumda olduğumuzu” her fırsatta vurguladığımız NATO ittifakındaki ortaklarımız nezdinde güvenilirliğimiz aşındı. Daha geniş ölçekte, diğer ülkeler nazarında kural temelli uluslararası ilişkiler zemininde öngörülebilirliğimiz de sorgulanır oldu.
Bu yüksek maliyete rağmen, silahlı kuvvetlerimizin caydırıcılık yeteneklerini sayarken envanterimizdeki S-400 sistemine, ilave yaptırımlarla karşılaşmamak ve yalnızlaşmamızı derinleştirmemek için olsa gerek, atıfta bulunmaktan özenle kaçınıyoruz. Halbuki, çok az ülkenin sahip olduğu S-400 sisteminin kabiliyetleriyle övünmemiz gerekmez miydi? Teknoloji transferiyle ortak üretim de yapılamayacağı anlaşıldığı için yeni bir S-400 sistemini satın alamayacağımız gerçeğini gördük. Geldiğimiz noktada, S-400 alımı konusunda yaşadığımız gel-git’lerin doğrudan ve açık sonucu olarak 2.5 milyar dolar tutarında, atıl kalmış bir savunma yatırımı yapmışa benziyoruz.
Son zamanlarda Afganistan politikasında yaşadıklarımızı da bu çerçevede ele alabiliriz. Batı İttifakı Afganistan’dan nihayet ayrıldı. Bu şekilde, Taliban’ın yönetiminde karanlık bir uçuruma yuvarlanmaya hazırlanan Afganistan’da ‘hem Batı’ya, hem Doğu’ya uzanan’ konumumuzla artık kısıtlamasız hareket serbestisi kazandık gibi bir görünüm veriyoruz. Oysa gelinen bu hassas noktada daha da dikkatli olmamız; bu davranışımızla uluslararası toplumdan ayrışarak tam bağımsız davranma iradesi göstermiş olmadığımızı görmemiz gerekir.
Afganistan’daki gelişmelerin ülkemizdeki bazı kesimler tarafından, Taliban’ın Müslüman Kardeşler modeline yaklaştırılması olarak yorumlandığını görüyoruz. Hatta Çin’in “Kuşak-Yol” projesinde eksik halka olan, Afganistan’da bekleyen altyapı/inşaat yatırımlarına talip olmayı önemli bir kazanım olarak görenler var bu grup içinde. Uluslararası hava yolcu trafiği açısından pek de önemli olmayan Kabil Havalimanı’nın işletilmesi de yine bazılarınca kazanç ve itibar sağlayacak bir girişim olarak görülüyor. Nitekim bazı yorumcularımız, tam bağımsız irademizle alacağımız egemen kararlarımızın, “dosta güven, düşmana korku veren” cesur adımlar olacağını, bunun da ülkemize lig atlatacağını ima ediyorlar.
Oysa uluslararası sistemdeki diğer tüm devletler gibi ülkemizin de dış politika hedeflerine erişme imkanlarını ararken azami ölçüde dikkatli olması gerekiyor. Bu dikkat ve sağduyu gösterilmediği takdirde, ortaya hesaplanmamış ve öngörülmeyen hatalar, maliyetler çıkabilir. Dış politika hedeflerinin bulunduğu “Dimyat’ın pirincine” ulaşmaya çalışırken, “evdeki bulguru” tüketmemek gerekiyor. Her devlete nasip olmayacak yüzyıllara dayalı köklü bir diplomasi geleneği, geçici fırsatların kovalanmasını değil, sağduyulu, temkinli ve soğukkanlı tutum alarak, kalıcı sonuçlar üreten şartların oluşturulması sorumluluğunu yükler. Bu sorumluluğu taşımak ve ortaya koymak da müstakil bir tam bağımsız iradeyi gerekli kılar.
Bu önemli sorumluluğun çerçevesini tüm boyutlarıyla ve gerçekçi şekilde belirleyip dış politika hedefleri olarak uygulamaya geçirdiğimizde, Türkiye’nin bugünkü dünyada nerede durmayı seçtiğine ve nereye gidebileceğine de ışık tutmuş olacağız…
Yazı, genel itibariyle öğretici bir tahlil içeriyor benim için. Bununla birlikte merak ettim:
1-S-400 alma kararından önce mi F-35 ortaklığından çıkarıldık sonrasında mı?
2-S-400 almaya mecbur kalmadık mı? İstediğimiz savunma sistemlerini satmak istemeyen egemenlere karşı haklı bir hamle sayılamaz mı?
Sayın Büyükelçim: S-400 alımı kararı 2016’da alındı. Daha sonra teslimat yapıldı. Bu kararımız ve sistemin Türkiye’ye teslimatından sonra ABD yaptırımlarına paralel olarak 2021 yılı Mayıs ayında F-35 programından çıkarıldık. S-400 konusunda geri adım atsak dahi F-35 programına geri dönmek artık pek mümkün görünmüyor.
Gerçekten kapsamlı ve çok güzel bir yazı olmuş. Tebrikler, teşekkürler
Teşekkürler.
Güzel bir konuya değinmişsiniz.
S- 400 ikinci parti aliminin ortak bir mutabakat olmaksızın Rusya tarafından açıklanması düşündürücü.⁉️
Hassas bir Coğrafya ve dengeler kuşağında bulunuyoruz.
2.Dünya Savaşınını acılarını yaşayan insanlık ve toplumlar, aynı acıların tekrar yaşanmaması İçin kurmuş oldukları uluslararası kurumlar ve kendi kuşakları arasından çıkan siyasetçiler ve liderler aracığı ile demokrasi,insan hakları ve evrensel hukukun egemen olması için büyük özen göstermişlerdi.
Ancak, zamanla bu deneyimli kuşakların ölüm,emeklilik, yaşlanma gibi nedenlerle sahnelerden çekilmeleri , toplumsal hafızaların zayıflaması nedeniyle de yeni kuşak liderler, evrensel değerlerden uzak ve toplumsal hafızayı dikkate almaksızın yeni ,maceracı liderlik profilleri ortaya koymaya başladılar.😪
İnşallah,bu yeni liderlik eğilimleri insanlık ve toplumları yeni acılar ile karşı karşıya bırakmazlar.⁉️❤️🤲
Egemen eşitlik milli devlet kavramlarını belgeleştiren Vestfalya sistemi din savaşlarının ardından kurulmuştur. Ondan sonra Avrupa’da din veya din saikli(katolik Protestan) savaş görülmez. Siz üstelik isimlerini bile doğru telaffuz edemediğiniz halde bazı grupları müslüman saydığınız için arkalarında durursanız Vestfalya’nın gerisine düşersiniz.
İç politika en nihayet devleti kimin idare edeceğini tesbit eder din de bu konuda ,bir çok başka aracın yanısıra kullanılabilir. Siyasetçiyi bundan alıkoyamazsınız. Burada halk ve siyasetçi muhataptır. Dış politikada ise içi değişebilen ama dışı değişmeyen devletler muhataptır. Bunlar süreklidir. Öğrenmeye vakit ayıramadığız ama ismini bozuk para gibi harcadığımız Osmanlı kendini Devlet i Ebed Müddet diye nitelendirirdi.
Silah sistemini değiştirmek kolay iş değildir.Bir miktar S 400 sizi Nasreddin Hocanın türbesinden daha ileri götürmez.
Türkiye’nin yönetimi 2007den beri tedricen 2012’den sonra mutlak olarak bir deha makulesinin elindedir.
İnşallah olağanın aksine bir yanlış bir yanlışı götürür.
En basitinden düşünülürse Türkiye’nin ekonomik olarak bu şekilde borçlandırılması doğru mu diye de sormak istiyorum…
Turkiye olarak karar vermiyoruz maalesef bir kisi s400 almak istiyorsa aliyor.
Bütün bunlar dışişleri bürokrasisinin devre dışı bırakılmasından kaynaklanıyor. İmar kararını veren, hukuka yön çizen irade dış politikayı da tek başına yönetiyor. Olacağı buydu….
S-400 alımı dış politikada elimizi kolumuzu bağladı. Şimdi ikinci bir parti alım yapılacağından söz edilmesi bile anlaşılır değil. Ruslar nasıl oluyor da bu konuyu böyle fütursuzca dile getirebiliyorlar? Bunlara bir diyet borcumuz mu var bilmediğimiz?