Geçtiğimiz haftalarda iki ayrı yazıyla Afganistan’daki durumu ve gelişmelerin Türkiye’ye muhtemel etkilerini yorumlamıştım. Bu yazımda, güncel gelişmeler ışığında, Türkiye’nin Afganistan’da üstlenmeye talip olduğu ‘görev’i çeşitli yönleriyle değerlendirmeye çalışacağım.
Türkiye’nin Afganistan ‘görevi’nden beklentileri
Resmî makamlarımızın açıklamalarına bakılırsa, Türkiye’nin Afganistan’da üstlenmeye hazırlandığı ‘görev’ “Türk ve Afgan halkları arasındaki tarihi dostluk ilişkilerinin doğal bir gereği”nden ibaret; üstelik “ortak dini ve kültürel bağlarımız” bu ‘görev’ için Türkiye’yi ideal ülke konumuna getiriyor. O kadar ki, Milli Savunma Bakanlığımız da geçen hafta içinde kamuoyunun duraksamalarını gidermek amacıyla ikili ilişkilerimizin tarihsel çerçevedeki gelişimini hatırlatan bir bilgi görseli yayınlamak ihtiyacı duydu.
Peki, gerçekler bu yönde mi?
Bu sorunun cevabını verirken, öncelikle Afganistan Hükümeti’nin Türkiye’den bir talepte bulunmadığını vurgulayalım. Bu konuda alınmış bir BM ya da NATO kararı da yok. Kararın, Taliban dahil Afgan taraflarına danışılmaksızın, Türk ve Amerikan Devlet Başkanları arasında 14 Haziran’da NATO Zirvesi sırasında Brüksel’de yapılan, içeriğine vakıf olmadığımız görüşmede alınan ikili düzeydeki bir mutabakatı yansıttığını not edelim. Başka deyişle, Afganistan için neyin iyi olacağına Türkiye ve ABD birlikte karar vermiş durumdalar. Mutabakatın ve Türk askeri konuşlanmasının bir BM Güvenlik Konseyi (BMGK) kararına dayanmadığını, dolayısıyla bunun bir yasal (hukuki) meşruiyet açığı oluşturabileceğini de hatırlatalım. Öte yandan, BMGK kararının alınmasının kolay olmayacağını da Rusya’nın güçlü itirazlarından anlıyoruz.
Afganistan’da bugüne kadar görev yapan yabancı askeri kuvvetlerin uluslararası hukuki dayanağı BM Güvenlik Konseyi kararlarına bağlıydı. BMGK’nın 1368, 1373 ve 1386 (2001) sayılı kararları çerçevesinde ve 2001 yılında düzenlenen Bonn Konferansı sonuçları uyarınca Afganistan’da görev yapmak üzere Uluslararası Güvenlik ve Yardım Kuvveti (ISAF) oluşturulmuştu. ISAF komutası 2004 yılına kadar gönüllü ülkeler tarafından üstlenildi. Ardından, BMGK’nın 1510 (2002) sayılı kararıyla ISAF sorumluluk alanı aşamalı şekilde Kabil’in dışında kalan Afganistan’ın diğer bölgelerine genişletildi; Kuzey Atlantik Konseyi’nin 16 Nisan 2003 tarihli kararıyla ISAF’ın komutası NATO tarafından üstlenildi.
Türkiye’nin ISAF harekatına TBMM kararıyla (10 Ekim 2002) başından itibaren katıldığını vurgulayalım. Ancak, ISAF/NATO misyonu başlangıcından bu yana meşru savunma zorunluluğu haricinde muharip olmayan özellik taşıdı. Diğer yandan, 11 Eylül saldırılarının hemen ardından ABD’nin Taliban’a karşı savaşmak amacıyla oluşturduğu bir uluslararası askeri koalisyon görev yürütmeye başladı. 30’u aşkın ülkenin katıldığı muharip nitelikli “Ebedi Özgürlük Harekâtı” hukuki dayanağını ve meşruiyetini yukarıda saydığımız BM kararları oluşturuyordu. Bu ayrıntı çok önemli: Afganistan’da eş zamanlı yürütülen biri ABD önderliğinde muharip olan, diğeri NATO liderliğinde güvenlik ve istikrarı destekleyen ancak muharip olmayan bu iki harekâtın Türkiye ikincisinde yer aldı; Afganistan’a asker gönderilmesine izin veren TBMM tezkereleri de bu maksatla çıkarıldı. Türkiye, Afganistan’daki diğer görevlerinin yanında, Kabil Havalimanının askeri bölümünün güvenliğini 2005’den bu yana aralıklı olarak üstlendi.
NATO, 1 Ocak 2015’den itibaren Afganistan’da muharip olmayan “Kararlı Destek Misyonu” (KDM) harekatını başlattı. NATO’nun yeni rolü de BMGK’nın 2189 (2014) sayılı kararına dayanıyor. KDM’nin amacı Afgan Millî Savunma ve Güvenlik Kuvvetleri’ne (ANDSF) eğitim, yardım ve danışmanlık sağlamaktı. NATO askeri kuvvetlerinin Afganistan’dan çekilmesinden sonra da KDM sivil yönetim altında bu aşamada devam edecek. Türkiye’nin KDM’ne katkı sağlamasına yönelik kabul edilen son TBMM tezkeresi (22 Aralık 2020) 6 Ocak 2021 tarihinden itibaren 18 aylık süreyle bu konuşlandırmaya izin veriyor. O halde, Afganistan’da yeni bir görev tanımıyla konuşlandırılabilecek Türk askeri kuvvetinin görevi bu tezkereye dayandırılacak. Tabii, değişen şartların ve yeni görev tanımının yepyeni bir TBMM tezkeresinin kabulünü gerektireceği gözden uzak tutulmamalı. Bu durumda, görev ulusal nitelik taşıyacak, ulusal komuta altında yürütülecek (1). Peki, Türk askerinin karşılaşabileceği koşullar meşru savunmanın ötesine geçen bir durum -örneğin, sıcak çatışma ve takip mecburiyeti- bilhassa bir BM veya NATO kararının yokluğunda ortaya çıkarsa ne olacak? Bu ve benzeri soruların tartışılmadığını, muhtemel senaryolara ilişkin cevapların bilinmediğini kaydedelim. Bu belirsizliklerin barındırdığı risklere rağmen Türkiye muharip şartlar taşıyabilecek bir görev için neden bu denli istekli? Bu sorunun da tatmin edici bir cevabını alabilmiş değiliz.
Konuya Afganistan’dan bakıldığında
Türkiye’nin üstleneceği muhtemel bir görev için Kabil’deki Afganistan Hükümeti’yle bir anlaşma yapılması gerekeceği açık. Bu, ciddi bir zorluk getirmeyecektir. Asıl mesele, Kabil’deki hükümeti devirdikten sonra Afganistan’ı temsile aday olduğunu açıklayan Taliban’ın güçlü itirazı. Taliban, bugünde kadar 6 sözlü ve 1 yazılı açıklamayla Türkiye’nin (Kabil’deki Afgan Hükümeti’nin devrilmesini geciktirecek) bir görev üstlenmesine razı olmadığını ilan etti. Taliban’ın öncelikli amacı, ne pahasına olursa olsun bir an önce Kabil’i ele geçirmek, bu yolla uluslararası meşruiyet ve tanınma kazanmak, ardından şartlarını kendisinin dikte edeceği bir uluslararası işbirliği zemininde müzakereye başlamak. Başka deyişle, Taliban, iktidarı ele geçirmesini geciktirecek Türkiye dahil tüm yabancı askeri güçlerin Afganistan’da konuşlandırılmalarına karşı; bu nedenle Eylül ayı başından itibaren ülkede kalacak yabancı askerleri işgal gücü olarak göreceğini açıkladı. Askeri üstünlük sağladığı, dış destekten yoksun ve yalnızlaştırılmış Kabil Hükümeti’yle hesaplaşmasını kendisi bakımından avantajlı şatlarda süratle tamamlamak niyetinde. Resmî makamlarımızın açıklamalarında ileri sürülen “Türkiye’yle mevcut ortak dini inanca ve kültürel değerlere” (2) aldırış etmeksizin, diğer ülkeleri hedeflerinin önünde duran bir engel olarak gördüğünü açıklamaktan kaçınmıyor. Dolayısıyla, resmî makamlarınızın savunduklarının aksine, Taliban’ın açıklamaları basit bir “iletişim hatası” değil, kendi içinde tutarlı bir plana dayanan açık ve kararlı bir uyarı olarak okunabilir.
Kabil’deki hükümetin Taliban karşısında giderek sıkıştığı ve zorlandığı görülüyor. Kurban Bayramı’nın ilk günü Bayram Namazı’na katılan Cumhurbaşkanı Eşref Gani ve Hükümet üyelerine açık gözdağı veren saldırı Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın artık Taliban’ın roket menzili içinde olduğunu gösteriyor. Kent merkezleri hâlâ merkezi hükümetin denetiminde olsa da, muharip hava üstünlüğünün zayıfladığı bir süreçte bunun ne kadar süreceği bilinmiyor: Hükümetin asayişi sağlamak için 34 kent merkezinin 31’inde 24 Temmuz’dan itibaren gece sokağa çıkma yasağı uygulamasına başlaması bunun göstergesi niteliğinde. Sahadaki durum, beklendiği üzere, önümüzdeki haftalarda hızla kötüleşme eğilimi gösteriyor.
Bu ortamda, Pakistan ve muhtemelen Hindistan haricinde Afganistan’ın komşularının bir ‘bekle-gör’ politikası izleyecekleri, Taliban’ın merkezi hükümete ortak olması ya da yönetimi tamamen ele geçirmesinin ardından Taliban’la asgari düzeyde yürütülebilir ilişki kurmayı deneyecekleri tahmin ediliyor. Pakistan’ın tüm gücüyle Taliban’ın ilerleyişini hızlandırmaya, Hindistan’ın ise bunu yavaşlatmaya çalışacakları akla yatkın senaryolar olarak görülmeli (3). Bu şartlar altında, Afganistan politikasının merkezine Taliban’ı desteklemeyi yerleştiren Pakistan’la yapabileceğimiz işbirliğinin sahiciliği ve sınırları cevap bekleyen önemli bir soru olarak ortada duruyor.
Taliban’ın uyuşturucu üretimi konusundaki tutumu
Afganistan, dünya afyon üretiminin yüzde 90’ının kaynağı. Haşhaş ekimi uzun yıllardır ülkenin temel tarımsal gelir kaynağı. Yıllık asgari birkaç milyar dolara ulaşan bu önemli gelir kapısı, alan hakimiyeti genişledikçe Taliban’ın gelirlerinin artmasını da sağlayacak (4). Kurak iklimde, tarımsal sulamanın yokluğunda, çorak arazide en kolay yetişebilen bitki haşhaş. Üstelik masrafının misliyle üzerinde gelir sağlıyor. Dolayısıyla, gayrı resmî yollardan yaygın haşhaş üretimi gelecek yıllarda devam ederken, Taliban -diğer Afgan grupları gibi- bu önemli gelir kaynağını kullanmayı sürdürecek. Anlamlı bir sanayi altyapısının ve alternatif tarımsal üretimin yokluğunda aksini öngörmek kolay değil. Uyuşturucu, yasa dışı bir ekonomiyi ayakta tutarken, silah ve insan kaçakçılığıyla da bağlantılı. Bu durum, düzensiz göçün nasıl finanse edildiği sorusun da cevaplıyor.
Çok kolay üretilen, sevk edilen ve yayılan uyuşturucu maddenin yalnızca Afganistan’da değil, Pakistan, İran, Orta Asya ve Rusya’da onlarca milyona ulaşan uyuşturucu bağımlısı bir kitleyi yarattığı biliniyor. Uyuşturucunun nihai hedef ülkeleri ise, Avrupa’da. Bu menzile erişim 1970’li yıllardan bu yana Türkiye, Rusya ve Körfez ülkeleri üzerinden yapılan sevkiyatlarla sağlanıyor. 1996-2001 döneminde Afganistan’ın tamamına yakın bölümünde yönetimi ele geçiren Taliban’ın önceleri haşhaş ekimini ve afyon üretimini dini fetvalar yoluyla yasaklasa da, sonra ekim ve üretime izin vermesi bu önemli gelirden mahrum kalmamak içindi. Bugün Afganistan’da yabancı askeri kuvvetlerin mevcudiyetine yöneltilen güçlü itirazı da -diğer nedenlerin yanında- Taliban’ın dış müdahaleden uzak bir ortamda uyuşturucuyla bağlantılı serbestçe faaliyet gösterme amacından kaynaklanıyor.
Bu karmaşık ortamda Türkiye’nin konumu
Bu karmakarışık ortam, Türkiye’nin Afganistan’da ciddi savrulma riskleri içeren zorlu bir dönemece girmek konusunda anlaşılması zor ısrarının nedenlerinin tartışılmasını meşru ve gerekli kılıyor. Afganistan’da askeri mevcudiyet Türkiye’nin milli çıkarları bakımından gerçekten hayati öneme sahip mi? Ya da, ufuktaki riskleri önemsizleştirecek, bizim görmediğimiz, bilmediğimiz yönleriyle Türkiye’ye ve Türk Halkı’na büyük kazanımlar mı vaad ediliyor? Kamuoyuna açıklanmadığı, tüm boyutlarıyla akılcı ve makul gerekçelerle tartışılmadığı için tahmin yürütüyor ancak bu soruların cevaplarını isabetle veremiyoruz. Kabil Havalimanının güvenliğinin sağlanmasıyla Türkiye’ye ve Türkiye üzerinden Batı güzergahındaki diğer ülkelere kitlesel boyutlara varabilecek düzensiz göçün önlenemeyeceği, hudut güvenliğimizin bu yöntemle sağlanamayacağı da ortada (5).
Bütün bu değerlendirmeler ışığında, itibar ve güç kaybetmeden, geri dönülmesi kolay olmayacak bir yola girilmeden önce bu kararımızın gerekçeleriyle birlikte etraflıca tartışılmasında, talip olduğumuz ‘görev’ için ihtiyaç duyulacağı aşikâr kamuoyu ve parlamento desteğinin sağlanmasında büyük yarar olabilir.
—————————————————————————————
Notlar:
(1) Alman makamları geçen hafta yaptıkları açıklamayla “Afganistan’da NATO askeri misyonunun sona erdiğini” vurguladılar. NATO, bu konuda bir açıklama yapmadı.
(2) Türkiye halkının Afgan halkıyla güçlü tarihi, kültürel ve dini bağları olduğu muhakkak. Ancak, “Taliban’la ortak dini ve kültürel değerleri paylaştığımız” ifadesi yanıltıcı. Taliban, Pakistan makamları tarafından Afgan mülteci kamplarındaki gençlerden devşirilerek yaratılan bir hareket. “Medrese öğrencileri”, yani Taliban hareketi, bu gençlere bilinçli şekilde verilen dini endoktrinasyonu yansıtıyor. Bu eğitimin kökeni 19. Yüzyılın sonlarında kuzey Hindistan’da faal “Dar-ul Ulûm Deoband” medresesinin öğretilerine dayanıyor. Fakat esas radikalleşme, Sovyet işgali yıllarında Pakistan’ın himayesinde güçlenen mücahit gruplar arasında Suudi desteğiyle verilen Vahabi/Selefi doktrinine dayalı eğitimden kaynaklanıyor. Bir bakıma, Taliban’la birlikte Pakistan’ın da dini radikalizme kapıldığı söylenebilir. Bu dini anlayışın Sünni İslam’ın Türkiye’de de geçerli ana akım yorumlarıyla uyuşmamak bir yana, bunları muhasım ve din dışı yorumlar olarak değerlendirdiği açık. Benzer bir durum, Taliban’ın benimsediği kültürel ve toplumsal değerler bütünü bakımından da geçerli.
(3) Pakistan’ın Taliban’a maddi yardım sağladığı, eğitim ve lojistik imkanlar sunduğu, Afganistan’a mücavir hudut hattında Peştun kabileleriyle meskûn “Kabileler Bölgesi”nin bir barınma ve sığınma, yaralıların tedavisi imkanlarını verdiği biliniyor. Hindistan’ın Taliban karşıtı “Kuzey İttifakı”na verdiği destek ve himaye daha örtülü, fakat kapsamlı.
(4) Haşhaş’tan afyon ve eroin üretiminin Afganistan’a sağladığı yıllık gelirin yıllık ortalama 3 ilâ 5 milyar dolar düzeyinde olduğu, bu miktarın 8 milyar dolara kadar çıkabildiği hesaplanıyor. Taliban’ın yegâne gelir kaynağı afyon üretimine dayanmıyor: gümrük ve ‘vergi’ gelirleri, dış yardımlar da buna eklenmeli. Ancak, tüm gelir kalemleri arasında en önemlisi uyuşturucu madde ticaretiyle bağlantılı.
(5) Bu satırlar kaleme alındığı sırada, Avrupa Birliği (AB) kaynaklarına dayandırılarak verilen haberlerde, AB’nin Afgan sığınmacılara evsahipliği yapan ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ülkelere maddi yardım yapma hazırlığında olduğu bildiriliyordu. Afganistan’da uzun yıllardır bir nüfus sayımı yapılmadığı için ülkenin gerçek nüfusu sadece tahminlere dayanıyor. Ülke içi nüfusu 32 milyon seviyesinde hesaplanırken, Pakistan’da 2, İran’da 3 milyon kadar pek çoğu kayıt dışı Afgan’ın yaşadığı sanılıyor. ABD’nin çekilme kararının kesinleşmesinden bu yana geçen bir kaç aylık süre içinde ülkeden ayrılan Afganların sayısının 2.7 milyon kadar olduğu BM ve uluslararası yardım kuruluşlarının tahminleri arasında yer alıyor. Bu sığınmacıların ne kadarının Türkiye’ye girdiği ise bilinmiyor. Ancak son zamanlarda doğu sınırlarımızdan yasadışı giriş yapan Afgan mültecilerin sayısında önemli artışlar olduğunu öğreniyoruz. Suriyelilerden sonra ülkemizdeki geçici koruma statüsünde olan yabancıların başında Afganlar geliyor. Bu sayının önümüzdeki dönemde daha da artacak olması bu sorunun önümüzdeki dönemde daha da önemli boyutlara ulaşacağını gösteriyor.
Afganistan’la ilgili atılacak adımlarda Taliban’la işbirliği yapılmalıdır.Onların hilâfına hareket edilmesi faydadan ziyade zarar getirir.
Afganistan’a asker gönderilmesine tamamen karşıyım. Bunun hiçbir izahı olamaz. Yöneticilerimiz çok istiyorlarsa kendi çocuklarını toplayıp göndersinler. Erlerimizin böyle tehlikeli bir ortama gönderilmesine kesinlikle hayır!
Ne kadar üzücü gelişmeler bunlar. Siyasilerimiz batıya hoş görünsünler diye Mehmetçiğimizi Kabil’e gönderiyor olacağız anlaşılan. Taliban “gelme” diyor, Kabil’deki hükümet davet etmiyorsa biz neye istinaden gidiyor olacağız Afganistan’a? Ya kayıplarımız olursa? Kime anlatacağız meramımızı?
Yerinde saptama ve yorumlar, uyarılar…Ancak maalesef artık yerinde sorulara(herhangi bir ülke gündemi ile ilgili) cevap alınamamakta, ya da yönetimin kendi doğrularınca geçiştirilmektedir… Ciddi devlet yönetimi olmaktan çoktan uzaklaşıldı…