Birleşmiş Milletler (BM)’in 76. Genel Kurulu toplantıları 14-23 Eylül tarihleri arasında yapılacak. Türkiye toplantılarda Cumhurbaşkanı Erdoğan başkanlığında bir heyetle temsil edilecek (19-22 Eylül arası). Kovid salgını nedeniyle geçen yıl çevrimiçi düzenlenen Genel Kurul’a ABD, RF, ÇHC, İngiltere, Fransa, İsrail’den liderlerin bu yıl fiziki katılımı bekleniyor. Ancak, salgın önlemleri uyarınca, geleneksel, geniş katılımlı yemekli toplantılar yapılmayacak, ikili görüşmeler BM merkezi dışındaki mekanlara taşınacak. New York’un göz alıcı mimari yapıları arasına katılacak yeni Türkevi binasının açılışı da toplantılar vesilesiyle yapılacak.
Genel Kurul, her yıl Eylül ayında BM çatısı altında toplanan üye ülkelerin uluslararası konularda görüşlerini açıkladıkları, sorunları ve çözüm önerilerini dile getirdikleri en kapsamlı küresel platform. Türkiye, bu platformu son yıllarda olabildiğince etkin ve görünür şekilde kullanmaya çalışıyor. Türkevi’nin açılışı bu çabaların önemli bir aşaması olacak. BM merkezinin karşısında sadece ABD, Almanya ve Türkiye’nin binaları var. 1977’de kısıtlı bütçe imkanları zorlanarak, büyük özveriyle satın alınan Türkevi binasının Türkiye’ye yaraşır görüntüsüyle yeniden inşası hepimiz bakımından gurur vesilesi olacak.
Bu haftaki yazımı, BM Genel Kurulu’nu ve güncel küresel sorunları merkeze alarak, Türk dış politikasının son dönemdeki yönelim ve arayışlarının etkisini tartışmaya ayıracağım.
Örtüşen iç ve dış politikanın katmerleştirdiği popülizm sarmalı
Türkiye uzun süredir dış politikanın iç siyasetin deposunu doldurduğu, iç ve dış gündemlerin birbirine karıştığı, yönetimde popülizmin daha bir belirginleştiği bir ülke durumunda. Bu durumun ürettiği dinamikler iç ve dış siyasetin örtüşen yönünü ve gündemini belirliyor. Ancak popülizmin geçici güncel ihtiyaçları karşılaması beklenir; kalıcı bir hal alması durumunda neden olacağı sorunlar artar. Son zamanlarda hızla akan ülke gündeminde politikalarımız son sürat alınan keskin dönüşlere, yalpalamalara ve çelişkilere açık kalıyor, dış siyaset de ilkeler ve kurallar temeline oturtulamıyor. Bunun sonucunda da popülizm bir sarmal halinde katmerleniyor, kalıcılaşıyor. Bölgesinin ötesinde etki yaratabilen Türkiye ölçeğinde bir devlet için hesapsızlıktan kaynaklanan bu sorun istikrarsızlık ve öngörülemezlik risklerini de içinde barındırıyor.
Önceki yazılarımda da temas ettiğim bazı örnekleri güncel durum ışığında tartışalım; bazı sorular sorup bu sorulara cevap arayalım.
BM Genel Kurulu vesilesiyle bu kere yapılabilecek üst düzeyli görüşmeler Türkiye’nin ABD’yle ilişkilerinde Haziran ayındaki NATO Zirvesi’nden bu yana gerçekleştirilmeye çalışılan açılımı destekleyecek mi? Geçen haftadan bu yana hükümet yetkilileri tarafından verilmeye başlanan ‘olumlu’ mesajlar, ABD Başkanı Biden’la yeni bir görüşme sağlayacak mı? Bir görüşme olursa, “kolayca çözüme kavuşturulabileceğini” savunduğumuz S-400 ve F-35 meselelerinde ilerleme kaydedilebilecek mi? “Daha pahalı olmasına rağmen satın almaya hazır olduğumuzu” yeniden vurguladığımız Patriot füze savunma sisteminin muhtemel alımı ABD Kongresi’nin olumsuz tutumunu değiştirebilecek mi? ABD’nin bilinen yaklaşımı dikkate alındığında, bu soruların cevaplarını gözlemciler ‘hayır’ şeklinde veriyor. Afganistan’da hızla değişen şartları göz ardı eden, Kabil Havalimanı’nın işletilmesi konusundaki tutumumuzun da Türk-Amerikan ilişkilerindeki görünümü değiştirmekte yeterli olmayacağı kanaati yaygın. O halde, ABD’yle ilişkilerimizin görünür gelecekte ‘bildiğimiz gibi’ düşe-kalka sürmesini beklemek mümkün görünüyor.
ABD’yle ilişkiler bahsi açılmışken, Rusya’nın Türkiye’nin adımlarını yakından ve dikkatle izlediğine, hoşlanmadığı gelişmeleri frenleyici tepkisini Suriye, Karabağ ve Kırım’da hızlı uyarılarla verdiğine dikkat çekmek isterim. Suriye’de İdlip sahasında her an karşılaşılması muhtemel bir sıkıştırma hamlesine karşı Türkiye’nin ABD’nin söylemin ötesine geçen desteğini alabileceği kuşkulu görünüyor.
Orta Doğu bölgesindeki ülkelerle “şekerrenk” ilişkilerimizde de geçtiğimiz dönemde önemli bir ilerleme sağlayamadık:
Türkiye, BM toplantılarına Mısır, Suudi Arabistan ve BAE ilişkilerini olumlu düzleme yerleştirme girişimlerini arka plana alarak gidiyor. Ancak bu gecikmeli hamlelerimiz henüz somut netice vermediği gibi, bu gayretlerimiz Arap Birliği Örgütü’nün birkaç yıldır artık yerleşen Türkiye karşıtı tutumunu da değiştiremedi: 9 Eylül’de düzenlenen Dışişleri Bakanları Konseyi’nde yine Türkiye aleyhinde kararlar alındı. Bu kararları kabul etmeyip, “beyhude yaklaşım” olarak nitelesek de, gerçek şu ki Arap dünyasıyla ilişkilerimiz birkaç istisna ülke dışında olumlu seyretmiyor. Zira, Suriye ve Irak’taki mevcudiyetimiz işgal olarak görülüyor. Son defa Fas’ta görülen Müslüman Kardeşler’in serbest düşüşü sürerken, ideolojik sempatiyle kurduğumuz ilişkilerimiz geniş bir alanda rahatsızlık yaratıyor. Bir de İsrail’le bir türlü normalleştirmediğimiz, Filistin meselesinin her alevlenişinde sokakların hareketlenmesiyle sarsılan ilişkilerimiz var. Sembolik bir makamı işgal eden, yürütme yetkisi olmayan İsrail Cumhurbaşkanı Herzog’la Genel Kurul sırasında yapılacak bir görüşme umarım kalıcı sonuçlar üretmeye katkı sağlar.
Şimdi, Doğu Akdeniz’e geçelim:
“Mavi Vatan” iddiamızı rafa kaldıralı epeyi bir zaman olmasına rağmen, AB’yle ilişkilerimiz ölçülebilir ilerleme kaydetmedi. Libya’da 24 Aralık tarihine alınan genel seçimlerden önce Türkiye’ye yüklenen beklentiler karşılık bulmadı. KKTC’nin de katılacağı bir Doğu Akdeniz Konferansı düzenlenmesi önerimizin kısa süreli yankısı kayboldu. Kıbrıs sorununun çözümüne yönelik yeni ‘yaratıcı hamle’miz olan KKTC’nin bağımsız bir devlet olarak, eşit şartlarda müzakerelere başlaması Türkiye haricinde taraftar bulmadı. Özetle, Doğu Akdeniz’de iç siyasetin popülist söyleminden beslenen beklentilerde ancak “bir arpa boyu yol alabilmişe” benziyoruz.
‘Doğu Cephesi’nde yeni bir şey var mı?
Geçen yıl bu sıralarda Yukarı Karabağ’ın Ermeni işgalinden kurtarılması süreci yaşanıyordu. Türkiye, bu konuda doğru bir kararla Azerbaycan’ın yanında güçlü desteğiyle göze çarpıyor, sahadaki gelişmeleri yönlendiren adımlar atıyordu. Ne var ki, ateşkes Türkiye’nin dahli ve etkisiyle sağlanmadı: son sözü Rusya söyledi, dengeler buna göre kuruldu. Geçen bir yıla yakın süre içinde Azerbaycan’la doğrudan koridor ve hudut kapısı açılması, Orta Asya’ya uzanan kara ve demiryolu inşası beklentileri gerçekleşmedi. Bu alanda yaşadığımız tıkanma da, iç siyaset söyleminin dış politikadaki sınırlı yansımasını ortaya koyuyor.
Tüm çabalarımıza karşın İran’la ve “atayurdu” Orta Asya ülkeleriyle ancak mevcut ilişki düzeyini korumakla yetindiğimizi biliyoruz. Bu durum, ‘ideolojik istisna’ özelliklerini koruyan İran’la ilişkilerimizin doğal sınırlarını ortaya koyması bakımından şaşırtıcı değil. Ancak, sıkıştıkları anda Rusya’nın himayesine sığınma refleksinden kurtulamayan Orta Asya ülkeleri nazarındaki sınırlı konumumuzu ortaya koyması bakımından üzücü.
Afganistan’da yönetime gelen Taliban’la dostane ilişki kurma arayışında diğer ülkelerle rekabet içinde değiliz; bu acı gerçeği dikkate almak istemiyoruz. Bölgede Pakistan’la artırdığımız yakınlığa dayalı içiçe geçmişliğin gelecek yılların küresel güçlerinden olmaya namzet Hindistan’dan bizi adım adım uzaklaştırdığı gerçeğini gözardı ettiğimiz gibi. Somut karşılığı hayli tartışmalı, sınırlı döviz takası ve etkisiz aşı tedarikiyle sonuçlarını deneyimlediğimiz, “Yeniden Asya” söyleminin ardına iliştirilen Çin’le tartışmasız yakınlaşma tercihini uzun zaman önce yapmış gibi görünüyoruz.
Bu tablonun bize anlattığı, dış politika malzemesinin iç siyasette gösterişli çıkışlara imkan verip kısa soluklu kazanımlar sağlasa da, uluslararası alanda kalıcı ve üretken sonuçlar üretemediği, aksine bu yaklaşımın zararlı neticeler verdiği olabilir. Bu denklemin tersi de doğrudur. O halde, iç ve dış siyasetin birbirinden ayrı tutulmasının faziletini düşünmek isabetli olabilir.
Türkiye’nin bu yılki BM Genel Kurulu’ndaki izdüşümü nasıl olacak?
Gösterişli, çevre dostu teknolojiyle donanmış Türkevi binasının açılışı BM çevrelerinde kuşkusuz gıptayla izlenecektir. Ancak, bu güçlü devlet görüntüsü herkes için artık can yakıcı bir hal alan iklim değişikliği meselesi gündeme geldiğinde açıklaması zor, yaman bir çelişki yaratacak: Türkiye, BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesi bağlı Paris Anlaşması’nın imzacısı 198 ülke arasında Anlaşma’yı onaylamayan altı ülkeden(*) biri durumunda. Bu ayrıştırıcı çelişki, onaylamadan kaçınan G-20’nin tek üyesi olmamız gerçeğiyle daha çarpıcı hale geliyor.
Gerçek şu ki, Türkiye’nin ‘yumuşak gücü’ne dayalı inandırıcılığı ve itibarı on yıl öncesine kıyasla hayli azalmış görünüyor. Bu durumun nedenlerine bakalım: geçen süre zarfında ekonomik kırılganlığımız belirgin şekilde artarken, büyüme ivmemiz hızını yitirdi. Demokrasi, hukuk, temel hak ve özgürlükler alanında karnemiz çok zayıfladı. Öncülüğünü ve ev sahipliğini yapmakla övündüğümüz İstanbul Sözleşmesi’ni ve Kovid-19 salgınıyla mücadelede dayanışma amacıyla kurulan, yoksul ülkeleri çok ilgilendiren küresel aşı ittifakı COVAX’ı ani kararlarla terk ettik. Sıkışan ödemeler dengemiz ve yetersiz döviz rezervimizle artık bir-iki istisna dışında yoksul ülkelere ihtiyaçlarını karşılayacak para yardımı dağıtamıyoruz. Salgının erken döneminde denediğimiz maske ve tıbbi malzeme yardımını hatırlayan kalmadı. Diğer ülkelerle ve bölgelerle artan sorunlu ilişkilerimizi rayına oturtmakta zorlanıyoruz.
Dünyada en çok sayıda sığınmacıya evsahipliği yaptığımız açıklamaları da artık bir çaresizlik beyanının ötesine geçmiyor. Çoğaltabileceğimiz bu somut örnekler hem dış ilişkilerimizi, hem BM Genel Kurulu’nda “dünyanın beş ülkeden ibaret olmadığı”na işaret eden meydan okuyucu çıkışlarımızın inandırıcılığını gölgeliyor. Bu durumda, kendimizi nasıl anlatırsak anlatalım, yönünü aradığımız dış politikamızın etkisinin sınırlı hale geldiğini, BM Genel Kurulu’nda alacağımız alkışların sınırlı tesiri olacağını öngörebiliriz.
Giderek ivmelenen aşağı yönlü gidişten çıkışın yolu, şimdiye kadar izlemekte ısrarlı davrandığımız şekilde dış politikamızı iç siyasetimizden ayrıştırmakta yatıyor. Bu kabulün ardından, izlediğimiz politikaların somut gerçekçilikle ne denli örtüştüğünü düşünebilir, gözden geçirebiliriz. Aksi yöndeki ısrarımız fayda yerine istemediğimiz zararlı sonuçları beraberinde getirecektir.
——————————————-
(*) Anlaşmayı onaylamayan ülkeler, Türkiye’nin yanısıra Eritre, İran, Irak, Libya ve Yemen’den ibaret. Bu altı ülkeden Türkiye ve İran, dünyada en fazla sera gazı salımı yapan ilk 20 ülke arasında bulunuyor.
Egalite, fraternite, liberte!
Türkiye’de nerede?
Naci Koru’nun yazısında nerede?
Varsa yoksa actualite!
Yaşasın popülizm!
Sayın Büyükelçimizin,bu ihatalı ve gerçekten ufuk açan değerlendirmelerinin ilgili mahfillerde makes bulması temennisiyle,teşekkürler..
Çok yerinde gözlem ve değerlendirmeler, dikkate alınması temennisi ile..
Eline sağlık Sayın Büyükelçim.
Toplu ve gerçekçi bir değerlendirme.Genel bir bakışı çok güzel özetliyor.
Çok güzel bir değerlendirme olmuş. Kalemine sağlık, Naci’ciğim